Erdem Denk’in Güle Güle Uluslararası Hukuk, Cehenneme Kadar Yolun Var başlığını taşıyan yazısı,[1] onun açtığı tartışmaya katılma, henüz yeterince olgunlaşmadığını düşündüğüm için “bilimsel eser”e dönüştürmekten kaçındığım bazı düşünceleri hiç değilse Tartışma Metinleri aracılığıyla paylaşma isteği doğurdu bende.[2] Bunların, yıllardır verdiğim Uluslararası Hukuk I dersinin içeriğini Uluslararası Hukuka Giriş’e dönüştürme çabasının ürünü olduğunu söyleyebilirim. Öteden beri, SBF’de verilen hukuk (ve uluslararası hukuk) derslerinin, Hukuk Fakültelerinde verilenlerden farklı olması gerektiğini düşünmüştüm. Buna karşılık, söz ettiğim dersin bir ikinci sınıf dersi, yani bir yandan yetişkin, diğer yandan ise üçüncü ve dördüncü sınıflarda edinmelerini umduğumuz sorgulayıcı düşünceden henüz çok uzak olan kadın ve erkeklere verdiğim bir ders olması işleri karıştırıyordu.
Çünkü uzun süre bu durumun dersi yürütmede zorlaştırıcı bir etken olduğunu sandım, ama sonra bunun, yerleşik düşünce kalıplarını tanımak, çözümlemek ve aşılmasına katkıda bulunmak için eşsiz bir fırsat olduğunun farkına vardım.
Ne var ki, yerleşik düşünce kalıplarının aşılması gerekliliği, ihtiyacı, özlemi, herneyse işte, o tamam da, “ne yöne doğru aşılması”, bunu hala bilmiyorum.
Yani, ödünç bir ifadeyle, özgürlük, ama neye özgürlük?
Yine de, hiç değilse kendi alanımda herhangi bir yönün belirmesi için bile, egemen hukuk ve uluslararası hukuk anlayışının sarsılmasının zorunlu olduğuna inanıyorum. İşte Erdem’in zevkle okuduğum makalesi de, bu açıdan harekete geçirici oldu. Bu yazıda, onun değindiği bazı temalardan da yararlanarak, uluslararası hukuku tartışmaya çalışacağım. Başta da söylediğim gibi, bu bir “bilimsel makale” değil, bu nedenle, referans falan vermeyeceğim. (Hiç değilse Tartışma Metinleri’nde, “metin bitti, biraz da dipnot uydurursam...” kaygısından uzak durabiliriz herhalde!) Aynı nedenle, o çekilmez “akademik üslup”tan da azade sayacağım kendimi. Ama yine de, “okuma kolaylığı olsun diye”, ara başlıklar vermekten kaçınamayacağım.
Dolayısıyla, ilk ara başlığımız:
Uluslararası Hukuk Nedir?
Bu soru ve bu soruya verilen yanıt, klasik uluslararası hukuk kitaplarının standart giriş konusunu oluşturuyor. Ama beklenebileceği gibi yanıtlar, yazarın bilimsel, siyasal, ideolojik vs. duruşuna bağlı olarak, bu da asıl olarak yazarın yazdığı zamana ve mekana bağlı olarak değişiyor.
Ben bunlardan sadece bir tanesine, son dönemde “camia”nın “entelektüel” kanadında moda olanına değineceğim. Bu görece yeni ama yine de şimdiden eskimiş (“paradigma”, “okul”, “akım”, ne derseniz artık, ben yaklaşım demeyi tercih ediyorum) yaklaşımın özünde, başlangıçta içten olduğu besbelli bir hayal kırıklığı yatıyor. Bu hayal kırıklığı, şimdilik kabaca ifade edersem, uluslararası hukukun dünyada barış ve düzeni sağlamaya yetmediğinin, daha da fenası, özü, doğası itibariyle buna zaten muktedir olmadığının farkına varılmasından kaynaklanıyor. Kastettiğim, “Eleştirel Hukuk” yaklaşımı...
Şimdi, dünyada olup bitenlerle asgari bağlantısı olan “sokaktaki adam”dan SBF 2. sınıf öğrencisine kadar herkesin zaten bildiği ve bazen pervasızca dillendirdiği bu durumun, anlı şanlı uluslararası hukukçular tarafından yeni keşfedilmiş olması tuhaf gelebilir. Ama burada önemli olan, tabii bence, bu sorgulamanın, “uluslararası hukuk” ile sınırlı kalmayıp, kendine “uluslararası hukukçu” diyen zevatın işlevine yönelmiş olması.
İşte, bu yaklaşımın pirlerinden biri olan Koskenniemi de, “Biz uluslararası hukukçular ne yapıyoruz?” diye sorup şöyle içten bir yanıt vermiş: Uluslararası hukukçular olarak ya devletlerimizin hizmetine girip uluslararası hukuku ulusal çıkarlar adına kullanmanın teknikleri konusunda akıl veriyoruz, ya da iflah olmaz idealistler olarak ütopyalarımızın peşinde nafile ömür tüketiyoruz... [3] Aynı zamanda ülkesi Finlandiya’nın BM nezdindeki daimi temsilciliğini yapan Koskenniemi’nin dediği çok doğru, sadece SBF Devletler Hukuku kürsüsünün tarihi bile bunu kanıtlamaya yeter.
Ama Koskenniemi baba sadece bunu deyip uluslararası hukukçuluktan istifa etmeye kalkmamış. Tam aksine, o koca koca kitapları, makaleleri, başka birşey söylemek için yazmış. Demiş ki: Ey uluslararası hukukçular! Bazılarınız uluslararası hukuku uluslararası politikanın emrine sokup küçülttünüz, bazılarınız ise onu olduğundan fazla şişirdiniz. Bu yüzden inandırıcılığımızı, itibarımızı kaybettik, rezil kepaze olduk. Gelin, oyunu yeniden düşünelim, kuralları yeniden oluşturalım, ödülleri yeniden dağıtalım... İnandırıcılığımızı yeniden kazanmanın tek yolu bu! Yoksa bizi işten atacak, kapı dışarı edecekler!
Saptamanın ve davetin açıklığı, dürüstlüğü karşısında şapka çıkarmamak mümkün değil, ben de çıkarıyorum. Ama sonra şapkamı başıma takıp[4] sormak zorundayım: Neden şimdi? Hangi tarihsel koşullar Kuzeyli (yeni anlamıyla değil, geleneksel anlamıyla, yani Nordic) bir uluslararası hukukçuyu böylesine önemli bir saptama yapmaya götürdü? Sözü neden ve nasıl böylesine çok kulak tarafından duyuldu? Neden bu kadar çok uluslararası hukukçu böylesine dokunaklı bir hayal kırıklığı ve arayış içine girdi?
Bunun yanıtını ileriye bırakarak bir başka büyük K’ye, Kelsen’e dönmek istiyorum. “Dönmek” diyorum, çünkü kendi alanında anlaşılamamakta (hatta belki de okunmamakta) Marx’ı solladığını sandığım bu zat, yarım yüzyıl önceden uluslararası hukukçu torunlarını uyarmıştı, “Hukuk normatif bir bilimdir, eğer bilim yapacaksanız ütopyalarınızı da, beklenti ve çıkarlarınızı da ondan soyutlayın” diye. Bu nedenle, ben bazı uluslararası hukukçuların kapıldığı hayal kırıklığı karşısında düpedüz katmerli bir hayal kırıklığı içindeyim. Komünist mi yoksa faşist mi olduğuna bir türlü karar verilemeyen, “indirgemeci” yaklaşımı ve fazlasıyla basit dili nedeniyle “entelektüel camia”da küçümsenen Kelsen, “Hukukun Saf Teorisi”ni saflığından yazmıştı sanki!
Kelsen’in uluslararası hukuka yaklaşımının özünde, uluslararası hukukun ilkel bir hukuk olduğu, ama hukuk olduğu saptaması yatıyor. Bu saptama, uluslararası hukukun, ondan herhangi bir siyasal, ideolojik, şu veya bu değer veya beklenti olmaksızın, “olduğu gibi” incelenmesini gerektirir. Elbette, doğabilimlerinde bile bilim adamlarının (ve dahi kadınlarının) nesnelliğinin sorgulandığı bir dönemde, gülünç bir iddia gibi görünebilir bu. Oysa Kelsen daha o dönemde bu riskin farkındaydı (ya da ben onu öyle görmek istiyorum diyelim). Çünkü, gerek correlation, gerekse causalite ilişkisine dayanan bütün diğer bilimlerden ayırdığı ve “normatif” diye nitelediği hukukbilim bakımından bunu bertaraf edecek mutlak bir kriter öneriyordu: Geçerlilik.
Diğer bir deyişle, “iyilik”, “kötülük”, “adalet”, “özgürlük”, “gerçekçilik” falan gibi dertleri yoktur Kelsen’in, daha doğrusu elbette vardır bütün “iyi insanlar” gibi, ama bunlar için hukuktan medet ummaz. Bu özlemlerini, “hukukbilimci” cübbesini çıkararak söylediklerinde, yazdıklarında dile getirir, bunlar da öyle yabana atılır gibi değildir. Bir “hukukbilimci” olarak ise, altı üstü bir normlar hiyerarşisi olan hukukta “geçerli” olanın bilgisiyle uğraşmayı önerir. Geçerli olan normun mesela “iyi” “özlenir” veya “adil” olup olmadığıyla ilgilenmez, bunu siyasetçiye, militana, “sivil toplum kuruluşları”na falan bırakır.
Dolayısıyla, Kelsen’in yaklaşımı, adının Türkçeye çevrilmiş olduğu biçimiyle “Saf Hukuk Teorisi” değil, “Hukukun Saf Teorisi”dir. “Saf” olan hukuk değildir, tam aksine hukukun içine bugüne kadar iyisiyle kötüsüyle, gerek felsefenin, gerekse beşeri ve sosyal bilimlerin konusu olmuş ve olabilecek herşey ama herşey karışır. Ama uğraş alanı hukuk olan bilim insanının yani hukukbilimcinin yapması gereken, bu karışım karşısında kafa karışıklığına uğramak değil, neyin hukuk olduğunu saptamaktır. Bu saptamada kullanılabilecek tek ölçüt ise, demin söylediğim gibi geçerliliktir. Hukukun, geçerlilik dışında bir değeri yoktur ve buna “adalet” de dahildir. Diğer bir deyişle, hukukbilim, bir normun adil olup olmadığıyla uğraşmaz, uğraşamaz; hukukbilimcinin de şu adildir, bu adil değildir demek gibi bir hakkı, işlevi, yetkisi olamaz (bunu Kelsen söylemediyse bile ben söylüyorum!).
Eğer böyleyse, şu ya da bu hukukun, onu mecburen kabul etmiş olan sokaktaki adamda zaman zaman hayal kırıklığı yaratması normal ama hukukçunun kendisinin dillendirdiği hayal kırıklığı şaşırtıcı. Burada kastettiğim “hukukçu” Adalet Bakanlığının bütçedeki payının binde üçlerde falan gezindiği bir ülkede yargı sistemi içinde kısa sürede mesleklerine yabancılaşan hukuk pratisyenleri değil elbette. Kelsen’in hukukbilimci olmayı önerdiği hukuk alimlerinden söz ediyorum, yani kafalarını hukukun meşruiyet boyutunu yeniden ve yeniden üretme hizmetine sunmuş olanlardan. Yani bizlerden. Çünkü, dünyanın bütün üniversitelerindeki bütün uluslararası hukukçuların yaptığı, şu ana kadar hala ulus-devletlerden oluşan bir devletlerarası sistemi veri kabul ederek, o ya da bu normun meşruluğu konusunda kıyasıya tartışıyor olsak bile, “uluslararası hukuk” düzeninin meşruluğunu birbirimize ve öğrencilerimize kabul ettirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. İşte bu yüzden cehennem biziz...
Uluslararası hukuka dönelim. Kelsen, ilkel de olsa bir hukuk, dolayısıyla normlar hiyerarşisi olduğunu varsaydığı uluslararası hukukun temelinde tek bir norm olduğunu söyler: Yapılagelişin hukuk yarattığı... Yani bugün artık vadesi dolmuş bir ideolojik yanılsama nedeniyle (ki buna yol açan da “faydacı” Jeremy Bentham’dır) “uluslar arası” dediğimiz ama aslında “devletler arası” olan hukukun temelinde, devletlerin yapageldiği eylem ve işlemlerden onları gelecekte de bağlayacak normlar doğduğuna ilişkin bir temel norm yatar. Yapılageliş dediğimiz, Türkçe uluslararası hukuk kitaplarında teamül, örf ve adet olarak da anılan şey aslında basitçe gelenek hukukudur.
Kelsen, ister herhangi bir ulusal hukuk düzeninde, isterse de uluslararası hukukta bu temel normun ne zaman, nasıl, niçin doğduğunu açıklamanın, hukukbilimcinin işi olmadığını söyler. Haklıdır da, çünkü örneğin, bugün (hala) Türk hukukunun temel normunu oluşturan T.C. Anayasasının nasıl ve niçin doğduğunu açıklamayı anayasa hukukçularından bekleyemezsiniz, birer hukukçu olarak açıklayamazlar. Bir bilim insanı olarak hukukçuya düşen, onu veri kabul edip, onun üzerine inşa edilen hukuk düzenini açıklamaktır. Bu, 12 Eylül’ün hukuka aykırı bir askeri darbe olduğunu, cuntanın kendi hukukunu yarattığını saklamayı gerektirmez, tam aksine söylemeyi gerektirir, ama bu bir “açıklama” değil, zaten kör gözüm parmağına bir gerçektir. Buna karşılık, anayasa hukukçuları, birer hukukbilimci olarak ne cuntanın meşruiyetini tartışabilir, ne de besbelli ki yürürlükte olan anayasal ve ona uygun yasal normlara siyasal, kültürel vs. bir meşruiyet kazandırmaya veya tam tersine bu temelde hukuksallıklarını yadsımaya yönelebilir.
Dolayısıyla, uluslararası hukuk alanında çalışan hukukbilimciye düşen de, o temel normun üzerinde yükselmiş olan uluslararası hukuku açıklamaktır. Ben de şimdi kısaca bunu yapmaya çalışacağım.
Uluslararası hukuk, söz ettiğim temel norm üzerinde birbirine eklemlenerek bir normlar hiyerarşisi, yani “boşluksuz” bir hukuk düzeni oluşturan normlardan ibarettir. Bu hukuk düzeni yapılagelişten doğmuştur, üstelik hala ve hala yapılageliş hukukuna dayanır. Örneğin, uluslararası hukuk normlarının diğer asli kaynağı olan uluslararası antlaşmaların bağlayıcılığı bile yapılageliş hukukunun bir normundan kaynaklanır, biz uluslararası hukukçular buna “ahde vefa” diyoruz.[5]
Daha da somutlaştırırsak, bugün hemen bütün devletlerin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın bağlayıcılığı, hukuken, antlaşmaların bağlayıcı olduğuna dair yapılageliş kuralından kaynaklanır.
Bundan gerek hukuk, gerekse mantık açısından çıkarılabilecek sonuç, bütün devletlerin bir araya gelip yeni bir Birleşmiş Milletler Antlaşması yapabileceği gibi, Ayrışmış Milletler Antlaşması da yapabileceği ve bu yeni antlaşmanın da bağlayıcı olacağıdır.
Buna karşılık, aynı akıl yürütmeyle başka bir örnek kurgulayıp, bütün devletlerin bir araya gelerek antlaşmaların bağlayıcı olmadığına dair bir antlaşma yaptıklarını varsaydığımızda, aynı sonucu elde edemeyiz. Bu antlaşmanın bağlayıcılığının temelinde tam aksini söyleyen bir yapılageliş kuralı bulunacağından, böyle bir kurgu fiilen olduğu gibi hukuken de imkansız olacaktır.
Dolayısıyla, uluslararası hukuk bir “normlar hiyerarşisi”dir. Bazı normlar, taşıdıkları siyasi, ideoloji, etik vs.. değerler nedeniyle değil, sadece diğerlerinin hukuksal temelini oluşturdukları için daha üstündürler.[6] Bazıları da, taşıdıkları siyasi, ideolojik, etik, vs. değerler bize göre ne kadar “üstün” olursa olsun, geçerliliklerini hukuken daha üstün normlardan aldıkları için, yani hukuksal varlıklarını daha üstteki normlara borçlu oldukları için, daha aşağıdadır.
Şimdi bu normlar hiyerarşisinin ne işe yaradığına biraz daha yakından bakalım.
Uluslararası Hukuk Neyi Düzenler?
Bu soruya lafı hiç uzatmadan fazlasıyla basit bir cevap vereceğim. Uluslararası hukuk, yaklaşık 16. yüzyılda beliren ve bugün hala devam eden modern devletlerarası sistemin kazasız belasız işleyişini düzenler ve sadece bunu düzenler. Daha doğrusu, buna yöneliktir (uluslararası hukuku kişileştirmek istemediğimden “bunu amaçlar” demek istemiyorum). Dolayısıyla, sistemin ihtiyacı ne ise, o sistem içindeki devletler tarafından yapılan uluslararası hukukun buna verdiği cevap da odur.
Şimdi, hangi alanda olursa olsun, birinin, bir kurumun, bir söylemin, vs. kendisine ilişkin söylediklerine inanma aşamasını çoktan geçmiş olmalı adına bilim dediğimiz düşünce disiplini. Dolayısıyla, uluslararası hukuku, antlaşmaların, devletlerin ya da (evet, tahmin edebileceğiniz gibi) karnını ondan doyuran uluslararası hukukçuların onun hakkında söyledikleriyle açıklamak bilim olmasa gerek. Bu nedenle, uluslararası hukuktan, mesela onun savunduğu söylenen “İnsanlık” adına lütuf beklemek veya adalet ummak, ister sağ, ister sol olsun, liberalizmin yani ideolojinin ta kendisine işaret etmekten başka bir anlam taşımaz.
Bu fazlasıyla basit cevabı, buraya kadar çizdiğim çerçeve içinde uluslararası hukuktan örneklerle açmak istiyorum. Bu amaçla Erdem’in verdiği çok isabetli örneklerden bazılarını yukarıdaki bağlam içinde biraz daha farklı biçimde irdeleyeceğim.
“İnsancıl hukuk”tan başlamak istiyorum ama önce önemli bulduğum bir düzeltme yapmam gerek, ne de olsa “yiğidi öldür, hakkını yeme” demiş atalarımız, hem uluslararası hukuku öldürmek gibi bir niyetim de yok... Sözkonusu uluslararası hukuk dalı “insancıl” (“humanist”) değil, “insani” ya da daha iyisi “beşeri” (“humanitaire/humanitarian”) hukuktur[7], diğer bir deyişle konusu, amacı ya da Erdem’in ifadesiyle “merkezi” insan sevgisi değil ama gerçekten de insandır. Bu alandaki normlar, devletler arasındaki tepişmeler sırasında düpedüz telef olan insanların (ya da insancıkların diyelim) durumunu biraz olsun düzeltmek üzere, devletler arasında yapılan antlaşmalarla konulmuştur.
Şimdi, yukarıdaki çerçeve içinde baktığımızda görürüz ki, “Hukukun Saf Teorisi” hukukbilimcilere sadece ve sadece insani hukuk normlarının “geçerli” olup olmadıklarının incelenmesini buyurur. Böyle bir inceleme, bu normların merkezinde insanın ya da insan sevgisinin veya şu ya da bu insani değerin bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, geçerlilik alanlarının araştırılmasını gerektirir. Örneğin, uluslararası hukukun üstün bir normuna göre, bir devlet sadece ve sadece taraf olduğu bir antlaşmanın normlarıyla bağlıdır. Dolayısıyla, insani hukuk normlarını içeren bir antlaşma, ona taraf olmayan bir devlet bakımından hiç ama hiçbir bağlayıcılığa sahip değildir. Ama eğer insani hukuk normları birer yapılageliş normu ise, o zaman bütün (ama bütün) devletler bakımından geçerli ve bağlayıcıdır. Yani, devletler sistemi, o insani hukuk normunu doğuran bir pratik yaratmışsa, o zaman bazı devletlerin “beni bağlamaz” demesi o norma gölge düşürmez.[8]
Kısacası, hukukbilimcinin yapması gereken, sözkonusu normun öyle ya da böyle geçerliliğini ve bunun o hukuk düzeni içindeki olası sonuçlarını araştırmaktır. (Bakmayın bu uğraşın iddiasız gibi göründüğüne, kimi zaman hiç beklenmedik hayırlara da vesile olabilir!) Öte yandan, “olası sonuçlar” diyorum, çünkü hukukbilimi ideolojiden ayıran en önemli ölçütlerden biri de, hukukun “İyilik”, “Doğruluk”, “Adalet”, “Özgürlük”, “Eşitlik” vs. uyarınca verilmesi gereken tek bir yanıtının olmadığının farkına varmaktır: İçine karışan “kötü”ler kadar “iyi”lerin de cirit attığı hukuk dünyasında, geçerli olan herşey mübahtır[9], bir; kaynağı olan normlara uygun olan herşey geçerlidir, iki; bunu sağlayan (veya buna yol açan), uluslararası hukuka özgü değil, genel olarak hukuka özgü olan yorum faaliyetinin kaçınılmazlığıdır, üç; yorumcunun kimliğini belirten hukuk, tekrar ediyorum, üst norma uygunluk ve geçerlilik ölçütü dışında, yorumun içeriğine müdahale etmez, edemez, dört; bunlara uygun ama içerik itibariyle birbiriyle çelişik yorumlar mümkün ve dahi kaçınılmazdır, beş.
Böylece, aslında ulusal hukuklarda da son derece çelişkili hatta taban tabana zıt sonuçlar veren yorum faaliyeti sanki herhangi bir hukuk normunu uygulamanın ilk adımı değilmiş, sanki ulusal hukuklarda bir norm yorumlanmadan uygulanabilirmiş, yani sanki onu yorumlayanlardan bağımsız, nesnel bir içeriği varmış ve sanki birbiriyle gerilim içindeki ikilikler uluslararası hukuka özgüymüş gibi bir yaklaşım, sadece uluslararası hukuku değil, “hukuk”u da gözlerden gizlemeye yarar. Hukuk ile siyaset ve dahi iktisat ve bilumum teşhis edilmiş/edilmemiş etken kümeleri arasındaki ilişki, gerçekte uluslararası hukukta neyse, ulusal hukuklarda da odur. Ulusal hukuklarda nihai bir karar merciinin, örneğin Anayasa Mahkemesi’nin bulunması (ki ilk Anayasa Mahkemesi’nin kurucusu da o “indirgemeci” Kelsen’dir), hukuka içkin bu sorunların ortadan kalktığını değil, sadece şu ya da bu hukuk düzeninde nasıl şu ya da bu yönde kestirilip atıldığını gösterir. Ama bu kestirip atma bile ezel-ebed değildir, Anayasa Mahkemelerinin kararları da süreç içinde değişir, “ileriye” veya tam tersi “geriye” gider, hatta sorunun niteliğine bağlı olarak aynı dönemde bile farklılaşabilir.
Dolayısıyla sorun uluslararası hukukta değil, hukukun kendisindedir ve eğer adalet, özgürlük, eşitlik filan istiyorsanız çözüm hukukta değil, kriz karşısında etkisizleşen, işlevsizleşen ve yerini hukuka, dine ve dahi metafiziğe bırakan siyasettedir. Hukukbilimcinin yapması gereken, evrensel normlar ihdas ederek siyasetin boşalttığı alanı doldurmak değil, bir kez geçerlilik kazandıktan sonra özerk bir inceleme alanına dönüşen bu normlardan oluşan hiyerarşiyi kendine özgü yöntemle incelemektir.
Ama diyelim ki, zihniniz ve kalbiniz böyle bilim olmaz diye feryat ediyor, gerçekten anlamak ve açıklamak ve dahi “Değiştirmek!” istiyorsunuz, sorumlu bir bilim insanı olarak… O zaman buyrun tek gerçek bilimin tozlu sayfalarına.
O zaman, örneğin insani hukukun hangi tarihsel dönemde, hangi tarihsel koşullarda doğduğunu, devletlerarası sistemin hangi ihtiyaçlarına cevap vermeye yöneldiğini, bu ihtiyaçların süreç içinde nasıl ve ne yönde değiştiğini araştırırsınız. Bunu layıkıyla yaptığınızda da, örneğin “Solferino Muharebesinde yaralıların durumuna bizzat tanık olan Henri Dunant’ın olağanüstü insan sevgisiyle giriştiği çabaların sonucunda” falan gibi bir cümleden[10] bucak bucak kaçarsınız.
Onun yerine, İsviçreli Henri Dunant’ın Solferino’da ne işi vardı diye sorarsınız örneğin. Solferino Muharebesi’nin zorunlu askerlik hizmetine dayalı ulusal sürekli orduların yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde meydana geldiğini bulursunuz. “Vatandaş” kıldığını kendine maddi ve manevi zincirlerle bağlayan ulus-devletin, hem bu zincirlerin kırılmaması için, hem silah altına alarak beslemeyi üstlendiği, dolayısıyla yatırım yaptığı için, hem de elbette, o savaşı değilse bile bir sonraki savaşı kazanmak için, vatandaş-askerini korumak zorunda olduğunu görürsünüz. Bu koruma ihtiyacının önce ulusal düzeyde ordudan başlayan sağlık hizmetleriyle kendini gösterdiğini, daha sonra ister istemez savaş alanına taşındığını görürsünüz. O sırada sadece Avrupa devletleriyle sınırlı olsa da, devletlerarası sistemin bekasının, herbiri vatandaş kıldığına karşı ödev altına giren ulus-devletlerin, bu vatandaşların hiç değilse haybeye telef edilmemesi konusunda anlaşmalarından geçtiğini görürsünüz. Kendi ülkesi olarak belleyip hayali sınırlarla çevirdiği topraklar üzerinde meşruiyetini sağlamak zorunda olan ulus-devletin, bunu sağlayabilmek için düşman ilan etmek zorunda olduğu diğer devletlere muhtaç olduğunu görürsünüz. Diğer bir deyişle, efsane ne derse desin, ulus-devletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek sistemi yaratmadığını, sistemin ulus-devletleri yarattığını görürsünüz. Görürsünüz de görürsünüz.
Ve bunları gördüğünüzde, uluslararası hukuku da görürsünüz. O zaman, uluslararası hukuktan mesela insan sevgisi beklemez, insan sevgisiyle falan ilgili olmadığını apaçık gördüğünüzde de hayal kırıklığına uğramazsınız.
İnsan hakları da mükemmel bir örnek bu açıdan. Bir hukukbilimci, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kurucu normlarının uluslararası emek hareketinin ihtiyaç ya da taleplerine cevap verip vermediğini sorgulamaz mesela. Ama bu örgütün, insan hakları alanındaki ilk uluslararası örgüt olarak, 1919’da Versailles Barış Antlaşması ile kurulduğunu unutmaz, bu nedenle örneğin şu saçmasapan “birbirini izleyen insan hakları kuşakları” efsanesini tekrar edip durmaz. Ondan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, ulusçulukla uzlaşıp “aslan-sosyal-demokrat”laşan sosyalist harekete verilmiş bir sus payı ile Ekim Devrimi’nin yarattığı korkunun ilgi çekici bir bileşimi olduğu falan gibi bir değerlendirmeyi beklemek nafiledir, ne böylesini, ne başka türlüsünü yapar, bunu başka bilimlere bırakır, çünkü bunlar hukukbilimin konusu değildir.
Bunun gibi, insan haklarının, tarihi boyunca nasıl çiğnenmiş olduğu, nasıl emperyalist devletlerin dış politika aracı haline geldiği falan gibi saptamalar da hukukbilimin konusu dışındadır. Çünkü herşeyden önce, bir hukukbilimcinin, üzerinde afili bir “cübbe” varken, hukukun çiğnenmesinin sorumluluğunu hukuka yıkması saçmadır. Örneğin bir ceza hukukçusu, cinayetler bir türlü azalmıyor, hırsızlık oranı da düşmedi, devlete karşı suçlar da çoğalıyor falan diyerek ceza hukukunu mahkum edebilir mi? Ya da mesela bir Türk anayasa hukukçusu, Türkiye’deki darbe sıklığını anayasa hukukunun içsel zaafına bağlayabilir mi?
Ama bence bundan daha vahimi, bir hukukbilimcinin, üzerinde hukukçu cübbesi varken, hukuksal normları, örneğin insan haklarını, birer hukuksal norm olarak değil, evrensel (yani sadece herkes bakımından geçerli olan değil, ama asıl önemlisi tarihsel-olmayan, yani ezel-ebed) bir değer olarak sunmaya kalkışmasıdır.
Çünkü, hukukbilimin tarih boyutundan yoksun olduğu bir gerçektir, bu onun özgül tarihinin “zaman bakımından geçerlilik”le kısıtlı olmasından kaynaklanır ama, bu kaçınılmaz kısıtlılık, hukukbilimciye kendi konusunu tarih-üstüymüş gibi sunma izni ve hakkı vermez.
Dolayısıyla, insan hakları örneğine dönersek (ki bu sadece örneklerden bir örnek), hiçbir hukukbilimci, liberal ideolojinin hukuktaki (ve uluslararası hukuktaki) tezahüründen başka birşey olmayan insan haklarını ezel-ebed bir değer olarak sunamaz. Eğer sunuyorsa, ürettiği (aslında ürettiği bile değil, yeniden-ürettiği) ne hukukbilim, ne de herhangi bir başka bilimdir, ideolojidir. Bu açıdan, mesela “çalışma hakkı”nın insanın doğuştan kazandığı bir hak olduğunu söylemek ile “tembellik hakkı”nın insanın doğuştan kazandığı bir hak olduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur. Hatta, insani değerler açısından, ikincisini söylemek evladır. Çünkü, ister “insan onuru”na, ister “insanın gereksinmeleri”ne, isterse de üretilmiş ya da üretilebilecek herhangi bir diğer teorik temele dayandırılsın, “çalışma hakkı”nı savunmak, “ücretli emek”i savunmaktan başka bir anlam taşımaz. Üstelik, insan haklarının ezel-ebed, dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez haklar olarak sunulduğunu hatırlayınca, o kutsal çalışma hakkının bir cendereden ibaret olduğu çıkar ortaya.
Demek istediğim şu: “İnsan hakları”, içinde yaşadığımız kabusun ötesine geçmemizi engelleyen, başka bir dünyaya ilişkin tahayyülümüzü kısırlaştıran, bakışımızı körelten feci bir yanılsamadır. Ve bu yanılsama, talihin (yoksa tarihin miydi?) cilvesi olarak, sistemin ideologlarından çok, sistemin “muhalif”leri tarafından üretilmektedir, biteviye...Bu “muhalif”lere bakarsanız, “mülkiyet hakkı” dışındaki insan haklarına teorik bir itiraz göremezsiniz, onu “katalog”dan sildiniz mi, geri kalanlarla mutlu bir beraberlik kurmanız mümkündür. Oysa mesela, yeni muhafazakar saldırı karşısında kendimizi sahip çıkmak zorunda hissettiğimiz “eğitim hakkı”nın, “mülkiyet hakkı”ndan daha “insani” olduğu söylenebilir mi? Ulus-devletin “millet”ini “talim ve terbiye” etmek için oluşturduğu bu aptallaştırıcı “milli eğitim” mekanizmasında tornadan geçme “hakkı” mülkiyet hakkından daha mı az sorun içerir?
Kısacası, “muhalif” olmak, “eleştirel” olmak iyidir, ama sol gösterip sağ vurmaktan da kaçınmak gerekir. Şimdi, buraya kadar derdimi yeterince açıklıkla anlattığımı umarak, başka bir soruya geçiyorum.
1945’te Uluslararası Hukukun Başına Ne Geldi?
Bu sorunun cevabını vermek, önceki sorularla karşılaştırıldığında, daha zor olacak. Uluslararası hukukun doğası, yapısı, özü, herneyse işte, veya işlevi değiştiği için değil. Uluslararası hukukun 1945’te yeniden biçimlendirilen dünya sistemine nasıl uyarlandığını göstermenin tek yolu “teknik” ayrıntılara girmekten geçtiği için. Yine de, bugünkü yakıcı soruyu ve yanıtı tartışabilmek için ben bunlara girmek zorundayım, siz de –eğer kendi zihninizde bile olsa tartışacaksanız- okumak...
1945’te uluslararası hukukun başına gelen şeyin özünde, yeni devletlerarası sistemin güvenlik ve istikrar ihtiyacının yattığını söyleyerek başlayayım. Uluslararası hukukun, devletlerarası sistemin kazasız belasız işleyişini düzenlediğini (ya da buna yönelik olduğunu) belirtmiştim. Örneğin, devletlerarası sistem, fetihlere, işgallere, sömürgeciliğe dayalı olduğunda, uluslararası hukuk fetihlere, işgallere, sömürgeciliğe dair normlar içeriyordu. Epey de gelişmiş normlardı bunlar, uluslararası hukuk kitaplarında hala azımsanamayacak yer tutuyorlar, öğrenciler ise bu tür anakronizmalar karşısında şaşkınlığa bile düşemeden nefret ediveriyorlar uluslararası hukuktan (ya da biliminden).
1945’te ise devletlerarası sistemin önce kendisi ve bununla neredeyse eşzamanlı diyebileceğimiz ölçüde kısa bir zaman dilimi içinde normları değişti. Devletlerarası sistemin değişmesinde uluslararası hukukun en ufak bir dahli yok elbette, ama normların bu kadar kısa bir sürede ve bu kadar köklü bir değişiklik geçirmesini sağlayan, uluslararası hukukun o “değer yoksunluğu” oldu.
Diğer bir deyişle, 1945’te devletlerarası sistem yeniden yapılandırıldı. SBF camiasına bunu anlatmaya kalkışacak değilim, sadece biz uluslararası hukukçular açısından kritik önemde olan bir noktaya dikkat çekeceğim. Bu yeniden yapılanma, Wallerstein’in dünya sisteminin vektörleri olarak saydığı altı alanın en az dördünde 16. yüzyıldan beri düzenleyici güç olarak başvurulagelen “zor”un (ya da bizim terminolojideki ifadesiyle “kuvvet”in) artık asli belirleyici olmaktan çıkmasından kaynaklanıyordu.
Bunun uluslararası hukuktaki doğal ve neredeyse dakik sonucu ise, devletler arasında kuvvet kullanmanın yasaklanması oldu. Kuvvet kullanma yasağı, özenli mi yoksa baştan savma mı olduğuna bir türlü karar veremediğim şöyle bir cümle halinde BM Antlaşması madde 2/4’e yerleşti:
“Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanmaya başvurmaktan kaçınırlar.”
Burada, bu yasağın, uluslararası hukukta çok kritik bir değişiklik yarattığını, ama onun yapısına ve işlevine halel getirmediğini özellikle vurgulamak istiyorum. Uluslararası hukuk bir normlar hiyerarşisi olduğuna göre, çok-taraflı bir antlaşmayla getirilen, yani bir üst norma uygun olarak kabul edilen yeni bir normun uluslararası hukukun yapısına ve işlevine zarar vermesi beklenemez zaten.
Ama yeni devletlerarası sistemin ihtiyacını yansıtan bu yeni norm, içerdiği ifadenin yarattığı sorunun yanı sıra (ya da onunla bağlantılı) başka bir sorun daha yarattı: O zamana kadar, kuvvet kullanma, devletlerarası saldırganlığın göstergesi olduğu kadar, devletlerin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını korumasının da aracıydı, diğer bir deyişle, uluslararası hukuk, devletlere, haklarını korumak için kuvvet kullanma hakkı veriyordu. 19. yüzyıl savaşlarını, hatta 1. ve hatta 2. Dünya savaşlarını düşünelim, hangisinde “uluslararası hukuk uyarınca kuvvet kullanılmaması gerekir” diyen bir devlet, devlet adamı ya da uluslararası hukukçu çıkmıştır ki? Bu durum, kuvvet kullanmayı düzenleyen uluslararası hukuk normlarının varlığı kadar, “yasaklanmayan herşey serbesttir” diyen bir üstün kuralın varlığıyla da doğrulanıyor, uluslararası hukuk alimlerinin çalışmaları ise bu durumu meşrulaştırmaya katkıda bulunuyordu.
İşte Madde 2/4, en azından yakın zamana kadarki yerleşik yorumuyla, bu durumu ya da daha doğrusu bu hakkı sona erdirdi. Bu ise, devletlerarası sistemde yer alan devletlerin, saldırı dışındaki uluslararası hukuk ihlalleri karşısında ellerinin kollarının hukuken bağlanması anlamına geliyordu. Kelsen, BM Antlaşması’na ilişkin kapsamlı şerhinde, bunun yaratabileceği vahim sorunlara işaret eder. Ama bu durumun uluslararası hukukta bir “boşluk” değil, sistemin güvenlik ihtiyacına cevap vermeye yönelik siyasal bir tercih olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Çünkü ancak bu sayede örneğin TC’nin Kıbrıs’taki varlığı tereddütsüz biçimde “işgal” olarak nitelenirken, diğer bazılarının işgallerini göz ardı etmek mümkün olabilirdi.
Herneyse, ikincil önemdeki bu konuyu bir kenara bırakarak şimdi BM Antlaşması’nda öngörüldüğü şekliyle kuvvet kullanma yasağının istisnalarına değinmek istiyorum. Bunların başında meşru savunma geliyor, ileride dönmek üzere bunu da bir yana bırakıp kala Güvenlik Konseyi’nin yetkilerine geçmek istiyorum.[11]
Ve bunun üzerinde layıkıyla durmam gerekiyor. Çünkü Güvenlik Konseyi, adı üstünde, devletlerarası sistemin güvenliği için tasarlanmış bir organ. Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyeleri, bu sistemin güvenliğinin de asıl sorumluları. Eh, bunlar maaşlı zabıta memurları olmadığına göre, aslında sistemin efendileri de diyebiliriz. Şimdi, sistemin efendilerinin açıkça “efendi biziz, dolayısıyla onun güvenliğini biz sağlarız, aldığımız kararları da kimse denetleyemez” dediği bir sistemde, BM’nin dünyada adalet ve barışı sağlamasını ummuş olanların safdilliğinden mi söz etmeli, kurnazlığından mı?
Çünkü, Güvenlik Konseyi, sadece sürekli üyelerinin varlığı ve veto yetkisi nedeniyle değil, kararlarının hukuksal denetime konu olmaması nedeniyle de efendilere layık... Bu organ, BM Antlaşması (ve dolayısıyla uluslararası hukuk) uyarınca sınırsız ve denetlenemez bir siyasi yetkiye sahipti başından beri. Antlaşma uyarınca, Güvenlik Konseyi, herhangi birşeyin uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğine karar verebileceği gibi, herhangi bir nedenle buna karar vermeyebilir de. Ve bu durumda hiçbir başka uluslararası organın bunun hukuka aykırılığını bildirme yetkisi olmadığı gibi, hiçbir uluslararası hukukçunun, Güvenlik Konseyi’nin uluslararası hukuka aykırı davrandığını söylemesi de, hadi olanaksızdır demeyeyim, ama uluslararası hukuk “mefhumu” ile bağdaşmaz.
Diğer bir deyişle, Güvenlik Konseyi, kurgusal ve uç bir örnekle mesela “Kürt Sorunu”nun ya da “Refah Partisi”nin uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğine pekala karar verebilir ve Türkiye’ye karşı kuvvet kullanma da dahil zorlayıcı önlem kararı alabilir. Bu durumda, bütün BM üyeleri, en azından hukuken, mırın kırın etmeden Güvenlik Konseyi kararlarına uymak zorundadır. Buna karşılık, aynı Güvenlik Konseyi, ABD’nin Irak’ı işgalinin uluslararası barış ve güvenliği ihlal ettiği kanısında olmadığı için bu konuda hiçbir karar vermeyebilir. Ve bir kez daha söylemeden edemeyeceğim, bunun BM Antlaşması’yla da, uluslararası hukukla da çelişen bir tarafı yoktur.
Dolayısıyla, 1945’te yeniden yapılandırılan devletlerarası sistem, öyle her isteyenin zırt pırt silaha başvuramayacağı, sistemin efendilerinin, sistemin işleyişini denetlemek üzere kilit noktaya yerleştiği, kritik konularda “devletlerarası demokrasi” falan gibi saçmalıklarla ilgisi olmayan bir sistemdi.
Üstelik, Güvenlik Konseyi örneği bu açıdan tek değil. Yok hayır, IMF’deki aslan paylarından söz etmeyeceğim, daha yakıcı başka örnekler var, mesela Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması. Bu anlaşmayı hiç okumamış olanlar (diyelim ki SBF 2. sınıf öğrencileri), zihinlerindeki yanılsamanın sonucu olarak, bu anlaşmanın “iyi bişiy” olduğu konusunda kesin kanaat sahibi olabiliyorlar. Hani nükleer silahlar kötü ya, hani dünya ve insanlık barıştan yana ya, bu anlaşma olsa olsa iyi niyetli devletler tarafından kötü niyetli devletleri durdurmak için yapılmıştır... Bu kanaatte doğruluk payı var, gerçekten de bu anlaşma, iyi niyetli devletler tarafından kötü niyetli devletleri durdurmak için yapıldı. Ne var ki, o iyi niyetli devletler, o sırada nükleer silah tekeline sahip olan iyi niyetli devletlerdi. Dediler ki, biz ne idüğü belirsiz Asya, Afrika vs. devletlerinin, yani aslında kenar mahalle kabadayılarının bizim silahlarımıza sahip olmasına izin veremeyiz, kurduğumuz düzeni tehdit ettirmeyiz, öyleyse buyurun anlaşma masasına. Böylece, bu anlaşma uyarınca ABD ve diğer “Nuclear-Power State”lerin (antlaşma aynen bu terimi kullanıyor) nükleer silah sahibi olmasının hukuksallığı teyid edilirken, henüz bu mertebeye erememiş olanlarınki yasaklandı.
Bunları, “hukuka aykırılık” örnekleri olarak vermiyorum, tam aksine uluslararası hukukun ne olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koyan örnekler olarak veriyorum. Bir kez daha söyleyeceğim, uluslararası hukukun işlevi devletlerarası sistemin kazasız belasız işleyişini sağlamaktan ibarettir, nokta. Uluslararası hukuk “insanlığın bekasını” amaçlamaz, uluslararası hukuk en yüce insanlık değerlerini gerçekleştirmeyi hedeflemez, uluslararası hukuk adalete falan aldırmaz. Nokta.
Bu o kadar açık ve çıplak bir gerçek ki, BM’nin başlıca yargısal organı olan Uluslararası Adalet Divanı’nın saygıdeğer yargıçları, müthiş bir kamuoyu baskısına ve muhtemelen müthiş bir vicdani bocalamaya rağmen, nükleer silah kullanma tehdidinde bulunmanın veya nükleer silah kullanmanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu söyleyememişti. Çünkü aykırı değildi, hala da değil. N’apsındı yani Uluslararası Adalet Divanı?[12]
Öyleyse, uluslararası hukuk hakkındaki bu yanılsama nereden geliyor? Yani neden uluslararası hukukun merkezinde insanın ve insanlığın yüce değerlerinin bulunması gerektiğini sanıyor, ondan adalet bekliyor, bulamayınca da şaşırıyor, hayal kırıklığına uğruyor, kızıyor, hatta küsüyoruz?
Bunun temelinde, 1945’te yeniden biçimlendirilen devletlerarası sistemin, kendisini meşrulaştırmada gösterdiği olağanüstü başarı yatıyor. “İnsanlığın faşizm musibetinden dolayı çektiği büyük acıların bir daha tekrarlanmaması için bir araya gelen milletlerin kurduğu” Birleşmiş Milletler Örgütü bu “başarı”nın başlıca kurumsal müsebbibi. Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi’nin yarattığı “hayal kırıklığı”na rağmen, gerek diğer ana ve alt organları, gerekse merkezinde yer aldığı uzmanlık kuruluşlarıyla “bütün insanlık adına uluslararası işbirliği” idealini yaymada öyle etkili oldu ki, devletlerarası sisteme yönelik eleştiriler bile kendilerini BM platformlarında dile getirmeyi kazanım saydılar. Bunu uzun uzun örneklemeye gerek yok, Genel Kurul’un veya İnsan Hakları Komisyonu’nun insan hakları alanında, Dünya Sağlık Örgütü’nün, UNESCO’nun, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün vs. kendi uzmanlık alanlarında yaptıklarını hatırlamak yeter.
Kısacası, Wallerstein’in yukarıda değindiğim vektörlerinin ya da “kurumsal alan”larının dünya ölçeğinde asıl olarak “zor” yoluyla değil, “rıza” ile düzenlendiği bu tarihsel dönemde, BM ve uzmanlık kuruluşları bu rızanın ya da “meşruiyet” yanılsamasının oluşumunda neredeyse belirleyici rol oynadı. Bunların bu “başarı”sının altında ise her cins ve neviden uzman ve bilim adamlarının yanı sıra, elbette uluslararası hukuk alimlerinin de imzası vardı.
Bu zevat, gerek bizzat bu organ ve kuruluşlarda görev yaparak, gerekse ürettikleri “bilim” ile, ABD hegemonyasında yeniden biçimlenen bir devletlerarası sistemin gereksindiği rızanın oluşumuna büyük katkıda bulundular. Onlara bakılırsa, “barış”, “adalet”, “insan hakları” gibi değerler nihayet kendini uluslararası ölçekte ifade edebiliyordu, insanlık o uzun ve karanlık yolun sonunda nihayet “ebedi barış”ın ta eşiğine gelmişti, a, tabii, çok ciddi sorunlar vardı ama yine de elele vermeli, biraz, birazcık daha gayret göstermeliydik, sonunda kazanan biz olacaktık, yani bütün insanlık...
Peki Sonra Ne Oldu?
Sonra kriz geldi... 60’ların sonunda, 70’lerin başında beliren krizin çözümlemesini bizzat yapabilecek donanıma sahip değilim, alt tarafı bir uluslararası hukukçuyum, bu nedenle yine Wallerstein’den yardım alacağım. Dediği doğruysa, kriz ciddi ve köklü bir krizdi, yani beş yüz yıllık dünya sisteminin bütün kurumsal alanlarında patlak vermişti; devletlerarası sistemde, dünya ölçeğindeki üretimin ve dünya ölçeğindeki emek gücünün yapısında, dünyadaki beşeri refah kalıplarında, devletlerin toplumsal birliği sağlama gücünde ve bilgi yapılarında... Üstelik, yine Wallerstein’in yalancısıyım ama en son 1945’te yeniden inşa edilen bu alanlardaki köklü kriz, sadece 1945’te yeniden biçimlendirildiği şekliyle devletlerararası sistemin değil, dünya sisteminin de sonunu haber veriyor olabilirdi...
Onun bunun yalancısı olmayı bırakıp, kendi alanım olan uluslararası hukuka dönersem, 70’li yıllarda, gerçekte olup bitenin aksine, hem BM ve uzmanlık kuruluşlarının gündeminin, hem de uluslararası hukuk alimlerinin söyleminin müthiş parlak olduğunu söyleyebilirim. Çünkü, kendini maddi bir gerçeklik olarak dayatan ve efendileri bile şaşırtan kriz henüz buralarda ifadesini bulamamıştı.
En çarpıcı bulduğum örnekle başlarsam, 70’li yıllar, 1945 sisteminin “kalkınma” paradigmasını sorgusuz sualsiz kabul etmiş olan Üçüncü Dünya devletlerinin adalet talebinin yükseldiği yıllardı. BM’nin barışçı, adil ve halkların hak eşitliğinin tanındığı bir dünya vaadi, ona içtenlikle inandığı anlaşılan üçüncü dünya devletlerinin, bu vaadin bir türlü gerçekleşmemesi üzerine 1970’lerde “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen” talebiyle ortaya çıkmasına yol açmıştı. Aslında bu talep, 1945 sisteminin efendilerine, “lütfen adil olun, bize söz vermiştiniz, verdiğiniz sözü tutun, bizi kalkındırın” denmesinden başka birşey değildi.
“Adalet” yanılsamasının bir başka çarpıcı örneği, “insanlığın ortak malları”nın düzenlenmesi girişiminde görüldü. Kendi mallarını yani topraklarını (üzerinde yaşayan bizlerle birlikte) üleşmiş ve bunu BM sistemi aracılığıyla hukuken de doğrulatmış olan ulus-devletler, üleşemediklerini “adil” biçimde paylaşmaya yöneldiler. Uluslararası hukukçular için BM tarihinin en heyecan verici süreçlerinden biri olan III. Deniz Hukuku Konferansı, 10 küsur yıl boyunca, bu “devrimci” taleplerin de cevaplandığı mükemmel bir deniz hukuku kodu oluşturmaya çalıştı. Sonuçta ortaya çıkan metin, ulus-devletlerden oluşan bir devletlerarası sistem için gerçekten de gurur verici bir metindi: Paylaşım sorunları hakça çözülüyor, uluslararası işbirliği yetkinleştiriliyordu, daha da önemlisi, allahın denizinin nimetleri artık “insanlık”ındı ve onun adına işletilecekti...
Üçüncü Dünya’nın bu yanılsaması, uluslararası hukukun diğer pek çok alanında da kendini gösterdi, çevre hukukunun doğuşundan silahsızlanma çalışmalarına, insan haklarından “devletlerin hak ve ödevleri”ne ilişkin yasaların oluşturulmasına, hatta “saldırı”nın tanımına kadar... 1970’lerin uluslararası belgelerine ve bunları yorumlayan alimlerin eserlerine bakarsanız, adil bir dünya düzeninin eşiğinde olduğunuza inanmamanız mümkün değildir.
Ne var ki, dünya sisteminin içine girdiği kriz, devletlerarası sistemin, 1945’ten başlayarak yarattığı bu köklü yanılsamayı yaklaşık on yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde fiilen reddetmesine neden oldu. Ama, “efendi”lerin 1980’lerde, neo-liberalizm olarak adlandırılan, gerçekte ise dünya halklarına da, kendi halklarına da en ufak bir umut vadetmediği için liberal ideolojiyle ilgisi olmayan savunma refleksinin sonuçları, dünyaya ve uluslararası hukuka, 1945’te olanın aksine, bu kez dalga dalga yayıldı. İt izinin at izinden yavaş yavaş ayrıştığı bu dönemde, yanılsamanın faturası da belirmeye başladı. 1980’lerde, “neoliberal” diye niteledikleri Reagan’a veya Thatcher’a arızi bir durum olarak bakıp sistemin bunları bertaraf edeceğini sanan iyimserlerin büyük çoğunluğu, direnenlerin peşisıra bertaraf edildi.
Uluslararası hukukçular açısından ise 1980’ler, safların ayrıştığı yıllar oldu. “Alim” sıfatının sağladığı iktidar sayesinde kendilerini devletlerarası sistemin düzenleyicileri olarak görmeye alışmış olan uluslararası hukukçular, bu tatlı mı tatlı rüyalarından uyandılar. İktidarın ellerinden kayıp gitmekte olduğunu fark eden bazıları çözümü devletlerinin yanında saf tutmakta buldu. Bazıları, olmakta olana sırt çevirip, Koskenniemi’nin dediği gibi ütopyalarına daha sıkı sarıldı, ama nafileydi bu. Daha akıllı olan bazıları ise, “ne oluyor?” diye sordular.
Çünkü, ideolojisini üretmekte oldukları devletlerarası sistem, 80’lerde, rızayı falan boşverip ideologlarını da cascavlak ortada bırakarak, acilen ihtiyaç duyduğu yeni normları dayatmaya başlamıştı. O “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen”, “Çokuluslu Şirketlerin Davranış Kodu” gibi adalet yasaları, taşıdıkları değerlerle birlikte, neredeyse iz bırakmadan silinip gittiler. “Millileştirme”, uluslararası hukuk kitaplarında öğrencileri irkilten anakronik başlıkların arasına katıldı. Çevre konusundaki etkileyici duyarlılık “sürdürülebilir kalkınma”ya dönüştü. İnsan haklarını sadece devletlerin değil, teröristlerin de çiğnediği saptandı. Gerektiğinde, yürürlüğe girmiş olan antlaşmalar bile değiştirilecekti: İnsanlığın ortak malı insanlığa bırakılamayacak kadar değerliydi ve iyi işletilmeliydi falan.
Dolayısıyla, “ne oluyor, başımıza neler geliyor?” diye sormanın tam zamanıydı. Yazının başında söz ettiğim “Eleştirel Hukuk” yaklaşımına mensup büyük hukukçuların, önemli eserlerini 80’li yıllarda vermiş olması mutlu bir tesadüften ibaret değildi yani. Uluslararası hukukçuların, bu apaçık bozgun karşısında birşeyler yapmaları, inandırıcılıklarını yeniden kazanmaları gerekiyordu. Buna ileride dönmek üzere, bugün, şimdi ne olmakta olduğuna bakmak istiyorum.
Anlamak Gideni, ve Gelmekte Olanı...
İtiraf etmeliyim ki en güç olan bu. Burada Wallerstein de yardımıma koşmuyor pek, “çatallanma” deyip bırakıyor, ya da belki başka şeyler de diyor ama ben yorumlayamıyorum. Bu nedenle, bu bölümü asıl olarak uluslararası hukukta ne olmakta olduğuyla sınırlı tutacağım. Uluslararası hukukta, 1945 sistemi değişiyor.
Bunun göstergelerinden sadece birisi ama en önemlisi kuvvet kullanma hukuku, çünkü 1945 sisteminin ayırıcı özelliği buydu. “Savaşların anası” Körfez Savaşı’yla birlikte, uluslararası hukukta kuvvet kullanmaya ilişkin normların lafzında değilse bile ruhunda çok köklü bir değişikliğe yol açacak bir zorlamanın belirdiği açık. 1991’den bu yana girişilen müdahaleleri, 1991 öncesi kuvvet kullanma örnekleriyle aynı kefeye koymak mümkün görünmüyor. Tam aksine, bunları insan hakları, insani yardım, petrol, ekonomik çıkar falan gibi alışıldık gerekçelerle açıklamanın, ABD’nin 1898’den beri çok sayıda örneğini verdiği “saldırganlık”ları ile bugün yapmakta olduğu arasındaki farkı görmemizi engellediğini düşünüyorum. ABD, eğer dünya sisteminin krizine değilse, en azından devletlerararası sistemin krizine yanıt olarak, yeni bir küresel kamu düzeni yaratmanın peşinde gibi görünüyor. Kriz, “rıza”nın oluşumunu bekleyemeyecek kadar ciddi olmalı. Bu nedenle, açık, apaçık, çıplak “zor” ile karşı karşıyayız.
O kadar açık ki, uluslararası hukukçuların masallarını bırakır da o zora karar verip uygulayanların ne dediğine bakarsanız, bunların aslında “uluslararası hukuk”a herhangi bir göndermede bulunma zahmetine bile girişmediklerini görürsünüz. Ne Yugoslavya, ne Afganistan, ne de şimdiki Irak savaşlarında, eylemlerinin meşruiyetini, “dostlar alışverişte görsün” demeye bile ihtiyaç duymayarak, uluslararası hukukun şu ya da bu normuna dayandırmaya zahmet etmemeleri yeterince anlamlı değil mi?
Çünkü bu “zor”, iyi kötü işleyen bir sistemde şundan ya da bundan biraz daha fazla pay koparmak için başvurulan saldırganlıklardan çok farklı: Adeta “kurucu” bir zor...
Eğer böyleyse, yani örneğin ABD’nin Vietnam Savaşı ile ABD’nin Irak Savaşı özü itibariyle aynı değil ise, o zaman uluslararası hukuk değil ama uluslararası hukukun kuvvet kullanmaya ilişkin mevcut normları, geçersiz değil ama uygulanabilir olmaktan uzak demektir. Bu da yakında geçerliliklerinin sona erebileceğini gösterir.
Analojilerin içerdiği tehlikeyi bilmeme rağmen şöyle bir örnek vermekten kendimi alamıyorum: 12 Eylül’de, ister anayasa hukuku profesörü, ister yüksek yargı organlarının üyeleri olarak, ya da ne bileyim isterse mesela aynı eski anayasal düzenin aynı ölçüde meşru kurumu olmanın verdiği güvenle Emniyet Teşkilatı olarak, her kim olarak olursa olsun, “hukuksal” bir karşı çıkış ne kadar anlamlı idiyse, bugün de hukuksal bir karşı çıkış o kadar anlamlı.
Bu nedenle, ABD’nin Irak işgalini, BM Antlaşması madde 2/4’ün yerleşik yorumu çerçevesinde yorumlayamaz, mahkum edemezsiniz. Yani edersiniz elbette, hatta bir hukukbilimcinin etmesi de gerekir,[13] ama bu herhangi birşeyi değiştirmek bir yana, açıklamaktan bile uzaktır.
Çünkü, eğer devletlerarası sistem değişiyorsa, o sistemin bekasını ve istikrarını sağlamaya yönelik kuralların da değişmesinden daha doğal ne olabilir? Eğer sistem, vaktiyle gereksindiği yanılsamaların yarattığı abuk subuk sonuçlar nedeniyle zordaysa, mesela “egemen eşitlik” halklara değil de devletlere tanınan bir hak olduğu ve 45 sonrasının bunu destekleyen koşullarında neredeyse ipini koparan devlet kurduğu için, bugün ABD ile örneğin Kiribati’nin[14] sadece BM Genel Kurulu’nda oy verme açısından değil ama antlaşmalar ve yapılagelişin oluşumu bakımından da hukuken eşit olması “demokratik” midir yani?
Devletlerararası sistemin değiştiğine ilişkin ipuçlarını uluslararası hukukun diğer pek çok alanında bulmak mümkün. Örneğin, krize çok daha erken tepki vermiş olan uluslararası ekonomik ilişkiler hukuku, IMF ve Dünya Bankası’nın 1970’lerde geçirdiği işlevsel dönüşümün ardından, Dünya Ticaret Örgütü’nün de kurulmasıyla yeni bir kulvarda seyrediyor artık. Bir başka örnek, 1945 sisteminde ateşli bir evrenselci iddiayla muazzam bir yol katetmiş olan uluslararası insan hakları hukukunun vardığı düpedüz muhafazakarlık durağı. Hele “Son Mohikan”ın, 1945 sisteminin hiç değilse kurumsal düzeyde hayata geçirilebilen en son vaadi olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 2004 gündeminde ne var, bilmek ister misiniz? Uganda’da ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde işlendiği iddia edilen uluslararası suçlar! Şaka gibi...
Dolayısıyla, bugün olmakta olan karşısında uluslararası hukuku sorumlu tutmaktansa, ne olmakta olduğunu anlamaya çalışmak gerekiyor. 1945 sisteminde kuvvet kullanmanın yasaklanmasının ardında, tekamül etmiş bir insanlığın biricik özlemi olan barış falan yatmıyordu, BM Antlaşması’nı kaleme alan insanlar ne kadar “insancıl” olurlarsa olsunlar, hazırladıkları antlaşma yeni bir devletlerarası sistemin ihtiyaçlarını yansıtmaktan ibaretti. BM Antlaşması’nın bugün hatırlanmayan bazı maddeleri doğrudan Almanya ve müttefiklerine ilişkindir örneğin, kuvvet kullanma yasağı ise gelecekteki Almanya’lara karşı alınmış bir önlemi oluşturuyordu. Zaten böyle olmasaydı, devletlerin birbirlerine karşı kuvvet kullanması yasaklanırken sömürgelerdeki halklara hatta kendi halklarına karşı kuvvet kullanması da yasaklanmaz mıydı? Oysa o lafta ağır, gerçekte ise uçucu “insan haklarına saygı” ilkesi, “günün birinde” gerçekleşmesi umulan bir “ideal”den ibarettir BM Antlaşması’nda.
Demem o ki, “insancıl” yanılsamalarımız ne denli güçlü olursa olsun, BM Antlaşması ve 1945 sistemi belirli bir tarihsel dönemin ürünüydü ve artık o tarihsel dönemin sonuna gelmiş olmalıyız. Buradan nereye gittiğimizi bilmiyorum, kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Ama şu anda karşımızda apaçık bir gerçek var: Kendisini hukukla meşrulaştırma ihtiyacı duymayan; “muhalif” hegemonya iddiaları karşısında, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az misali, göğsünü gere gere “benevolent hegemony” misyonunu üstlendiğini ilan eden; bilmem kaç yüz yıllık hukuk geleneğinden damıtılmış “meşru savunma” kavramını bile yeniden tanımlamakta beis görmeyen açık, çıplak bir şiddet ile, “zor” ile karşı karşıyayız. Bize diyor ki, rıza gösterirseniz ne ala, göstermezseniz ezip geçeceğim, acelem var...
Böyleyken, meşru savunma hakkı önleyici meşru savunma şeklinde yorumlanabilir mi, yorumlanamaz mı; uluslararası hukuk “önalıcı vuruş”a izin verir mi vermez mi türü tartışmalar feci bir yanılsama yaratıyor bana kalırsa. Tıpkı ezici bir çoğunlukla meseleyi “Bush aptaldır” diye açıklayıveren sevgili öğrenciler gibi, tıpkı Bush ve Blair’i dünya halklarının mahkemesinde yargılayacağız diye yola çıkan sevgili sivil toplum girişimcileri gibi, sevgili “muhalif”, “eleştirel” uluslararası hukukçu meslektaşlar da önce kendilerini kandırıyorlar sanki.
Çünkü, değişen dünyaya, onunla birlikte değişmesi kaçınılmaz olan hukuksal normlara, eski dünyanın normlarıyla cevap vermek ne hukuken ne de siyasal olarak anlamlı. Hukuken anlamlı değil, çünkü buraya kadar anlatmaya çalıştığım gibi uluslararası hukuk sadece ve sadece ABD’nin sahip olduğu bir önleyici meşru müdafaa hakkını bile hukuksal kılabilecek bir öze sahip. Erdem’in önerdiği onu “sil baştan yeniden yapılandırma” ise şu anda zaten ABD’nin yapmaya çalıştığı şeyin ta kendisi! Dolayısıyla, “öyle yapılanmasın ama böyle yapılansın” demek, hukuksal değil, siyasal bir tercih dile getirmekten başka birşey değil. Ama, yazının başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, uluslararası hukukçuların siyasal tercihleri, yaptıkları iş nedeniyle, ideolojik bir körlükle sakatlanmış durumda.
Hem kolay olduğu için, hem de yaygın bir bakış açısını çok güzel ifade etmiş olması nedeniyle yine Erdem’den alıntı yapacağım; yazısının sonunda “herkesin temel hak ve çıkarlarını ve uluslararası toplumda hukukun üstünlüğünü garanti altına alacak bir yapı oluşturmak” gerekliliğinden söz ediyor. “Huzur ve güven”i özleyenler için umut verici bir tasavvur, öyle değil mi?
Ama “hukuk” üzerine biraz kafa yorarsanız, hukukun hiçbir zaman “herkesin temel hak ve çıkarları”nı garanti altına alamayacağını görürsünüz, hukuk her zaman birilerinin aleyhine diğerlerinin hak ve çıkarlarını garanti altına alır, hukukun işlevi budur. Toplumsal çatışmalar, bu çatışmaların tarafları ve çatışan taraflar arasındaki güç dengesi değiştikçe, hak ve çıkarları korunanlar da değişir, ama hukukun işlevi hep aynı kalır. Dolayısıyla, yeniden yapılandırılacak olan uluslararası hukukun kimlerin hangi hak ve çıkarlarını garanti altına almasını istediğimizi söylemeden “herkesin temel hak ve çıkarları” dediğimizde, ideolojik bir yanılsamayı, üstelik bugünün dünyasında vadesini doldurmuş bir ideolojik yanılsamayı yeniden üretmiş oluruz.
Bunun gibi, “hukukun üstünlüğü” kavramının üzerindeki cilayı (daha doğrusu son cila kalıntılarını) kazıdığımızda, bu kavram aracılığıyla, rıza göstermediğimiz takdirde bize zor uygulanmasına peşin peşin rıza gösterdiğimiz gerçeğinden başka birşey bulamayız.
Öyleyse?
Öyleyse diyorum, Koskenniemi babaya hak vererek, “oyunu yeniden düşünmemiz gerek”. Ama bunu dediğim anda onunla ve diğer uluslararası hukukçularla yollarımız ayrılıyor. Bu diğerleri içinde, öncelikle, ilelebet devam etmesi mümkün olmadığı için günün birinde esamesi okunmayacak olan, ama o zamana kadar canımıza okumaya vekaleten-muktedir “zor’un ideologları” var. Ama en az bunlar kadar, sistemin artık yanılsamayla falan kaybedecek vaktinin kalmadığını fark etmeyip varlıklarını eskimiş bir ideolojinin normlarına bağlamaya çalışanlar da var. İlk gruptakilere diyecek hiçbirşey bulamıyorum. İkinciler ise, ki Erdem’i bilmiyorum ama kaleme aldığı metin bana onlara dahil olduğunu düşündürdü, adeta çıkışı “regresyon”da arayanları hatırlatıyor. Ne var ki, gerçekte 1945’teki çıkışın da onlara ait olmadığını, dönmeye çalıştıkları “adil düzen”in sus payından ibaret olduğunu düşününce, “nevroz” (Newroz değil!) umarsız gibi görünüyor.
İşte Koskenniemi ve diğer eleştirel hukukçular, böylesi bir dumura uğrama döneminde, hiç değilse etkileyici bir entelektüel uğraş içine girdikleri için önemli sayılmaya değerler. Ama bu entelektüel uğraş, ne yazık ki dünyayı açıklamaya yönelik olmadığı gibi, aslında uluslararası hukuku açıklamaya da yönelik değil. Çünkü temelinde, “zevahiri nasıl kurtarırız” kaygısı var. Yani değişen dünyada nasıl bir uluslararası hukuk sunarsak itibarımızı geri alabiliriz… Bu yüzden eleştirel hukuk yaklaşımının gerçekte eleştirel falan olmadığını düşünüyorum.
Peki benim önerim ne? Söyledim ya, ben de oyunu yeniden düşünelim diyorum. Uluslarası hukuk, ezel ebed olmayan, topu topu beş yüz yıllık bir dünya sisteminde belirmiş olan devletler arasında oynanan oyunun duruma göre değişen kurallarından ibaret.
Elbette beş yüz yıl çoğumuz için akıl almaz bir zaman dilimi. Hangimiz “ata”larımızı beş yüz yıl öncesine kadar izleyebiliyoruz ki?
Ama bu, oyunun uluslararası hukuktan ibaret olmadığını görmemize engel olmamalı. Bunu böyle kabul etmek, uluslararası hukukçulara pek cazip gelmemiş belli ki bugüne kadar. Halbuki anlamak ve açıklamak için bilimle uğraşıyoruz, öyle değil mi? Ya da şöyle söyleyeyim: Eğer anlayamaz ve açıklayamazsak, değişmesine nasıl katkıda bulunabiliriz ki?
[1] Erdem Denk, “Güle Güle Uluslararası Hukuk, Cehenneme Kadar Yolun Var”, A.Ü. S.B.F. Tartışma Metinleri, no. 74, Temmuz 2004.
[2] Sevgili Erdem adına yaraşır bir davranışla bu yazının ilk halini okudu ve önemli eleştiriler getirdi. Hukuka, hukukbilimine ve hukukbilimcinin işlevine ilişkin köklü görüş ayrılığımızı gideremedik elbette, zaten gidermemiz de gerekmiyor. Ama asıl önemlisi, kullandığım bazı sivri ifadelerin yanlış anlaşılabileceği uyarısında bulundu ki, polemikten büyük bir düşünsel zevk almama ve bunun düşünce berraklığına götürdüğüne inanmama rağmen gerçekten de bazılarının kastımı aşan anlamlar taşıyabileceğini görüp bunları düzeltmeye çalıştım. Kalanlar bakımından ise şöyle bir genel açıklamaya ihtiyaç var belki de: Bu yazı, başlığının da gösterdiği gibi Erdem’in metninin yarattığı heyecanla yazılmış olmakla birlikte, o metne “cevap” değildir. Dolayısıyla, açıkça yaptığım göndermeler dışındaki hiçbir ifade, Erdem’in metnine yönelik örtük bir gönderme, eleştiri, ima, vb. olarak anlaşılmasın lütfen.
[3] Benim için önemli birkaç teşekkürün tam zamanı: Akademik yaşamımda, hukuk ile uğraşan bir “uluslararası ilişkilerci” olarak maruz kaldığım küçümsemeyle atbaşı gitti HF mezunu olmayan bir SBF’li olarak hukuk ile uğraşmam nedeniyle maruz kaldığım küçümseme... Mensup olduğum kürsü nedeniyle bu ikincisini daha çok önemsemiş, hocam Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın “şiir yazma, hukuk ile uğraşıyorsun, ayakların yere bassın” uyarılarını öyle yürekten benimsemiştim ki, Anzilotti, Scelle ve Kelsen’den beriye uluslararası hukukçu tanımıyordum. Beni çağdaşlarımla tanıştıran, Necati Polat’ın benim için heyecan verici olan “Ahlak, Siyaset, Şiddet” kitabı oldu. Sevgili Erdem ise, Koskenniemi’nin kitaplarını “hocam, şunu da okuyun” diye diye neredeyse zorla okutarak bu tek taraflı gıyabi tanışıklığı vicahiye çevirdi. Her üçüne de nasıl ödeyeceğimi bilmediğim bir teşekkür borcum var, tabii Koskenniemi’ye ve diğerlerine de...
[4] Uzun bir süredir şapka önümde düşünüyordum, ama sanırım artık yeniden takmanın zamanı geldi. Dolayısıyla, bu ifade bilerek seçilmiş bir ifadedir...
[5] Böyle bir yapılageliş normu olduğu içindir ki, meşruiyetlerinin kendinden menkul olduğuna inanmamızı sağlayan ulus-devletlerden oluşan bir sistemde yine de her ulus-devlet anayasasına uluslararası antlaşmaların bağlayıcılığına ve kendi iç hukuklarındaki değerine ilişkin hükümler koyar.
[6] Burada amir hüküm ya da jus cogens diye anılan normlardan söz etmiyorum, o soruna girmiyorum bile.
[7] Vaktiyle “Türkçeleştirme” kaygısıyla ben de insancıl hukuk terimini kullanmıştım gerçi, ama zararın neresinden dönülse kardır demiş atalarımız…
[8] Burada, bir normun geçerliliği ile uygulanabilirliği arasında fark olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
[9] Bu, geçerli norma ahlaken veya siyaseten destek vermeyi gerektirmez, tam aksine siyaseten direnmenin kapısını açar. Yakın tarihten çok tanıdık iki örnek vermek istiyorum. Birisi, Prof. Dr. Mesut Gülmez’in kamu çalışanlarının sendika hakkına ilişkin müthiş mücadelesi: Aklı başında hiç kimse, 1982 Anayasasının ruhunda böyle bir hakkın varlığını savunmaz. Buna rağmen, hukuk dediğimiz şey, en sevimli nitelemeyle bir yosmadır, ruhunu takmayıp lafzını dilediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Yeter ki, bu yorumu kabul ettirecek siyasal gücünüz olsun.... KESK’in (adı bu muydu o sırada?) o müthiş eylemliliği olmasaydı, Mesut Hocanın o olağanüstü çalışmasının ses getirmesi mümkün müydü? Ve bir başka soru: O eylemlilik, sendikal haklar perspektifiyle sınırlı olmasaydı, Türkiye ve belki de dünya, bugün böyle olur muydu?
Diğer örnek ise Baskın Hoca’nın mücadelesi: Tıpkı Mesut Hocam gibi, “yorumlardan bir yorum” yapıyor Baskın Hocam da Lozan Barış Antlaşması’na bakarken. Sizce “hukuki” bir çarpışma mı bu? Bence değil. Kendilerine “azınlık” statüsü verilenler ve verilmeyenler “Lozan Barış Antlaşması uyarınca” mı tepelendiydiler yani bu ülkede bugüne kadar? Demeye çalıştığım bundan ibaret, 1982 Anayasasının veya Lozan Barış Antlaşmasının herhangi bir hükmünü “geçerli” bir norm olarak dilediğiniz şekilde yorumlayabilirsiniz, ama geçerli ise “geçersiz”, artık geçersiz ise de “geçerli” diye tutturamazsınız hukukbilimci olarak, ardınızda bunu kabul ettirecek siyasal güç yoksa.
[10] Bunu ezberimdeki basmakalıp bir cümle olarak yazıyorum, hiçbir kitaptan alıntılamıyorum, her türlü benzerlik rastlantısaldır ve hukuki sorumluluk doğurmaz!
[11] Güvenlik Konseyi deyince her defasında bizim Milli Güvenlik Konseyi’ni anmadan edemiyorum. Bu ikisinin nasıl farklı duygusal çağrışımlar yarattığını fark ettiniz mi hiç? Oysa ikisi de Güvenlik Konseyi!
[12] Bunu bir özeleştiri olarak kabul edebilirsiniz, yıllar önce Divan’ın bu konudaki Danışma Görüşü’nü eleştiren bir yazı yazdıydım. Yine de, hatırladığım kadarıyla, vicdani olmaktan çok hukuksal argümanlara dayanıyordum.
[13] Bu gerekliliğe taşıdığım inançla, Yugoslavya müdahalesi devam ederken, hakem “bilimsel” bulmadığı, ben de hakemin eleştirilerini “bilimsel” bulup düzeltmediğim için SBF Dergisi’nde yayınlanamayan ve Tartışma Metinleri’nde kalan bir yazı yazmıştım. Gerçi ne uluslararası hukukçular olarak tartışabilmiştik, ne de daha sonra o metni pek kullanan oldu, yani belki de haklıydı hakemcağız, yine de olsun, ben müdahalelerden birini olsun mahkum ettim ya!
[14] Prof. Dr. Mehmet Gönlübol’un ve o keyifli doktora sınıfının kulakları çınlasın.
29 Mart 2011 Salı
12 Mart 2011 Cumartesi
Cem - Papandreou Mektuplaşması
Letter from Mr Ismail Cem, Foreign Minister of the Republic of Turkey, to Mr George Papandreou, Foreign Minister of the Republic of Greece, 24 May 1999
Ankara, 24 May 1999
Dear George,
I want to share with you my views on ameliorating our bilateral relations. As you also expressed a similar interest to me, I hope these ideas will help us to begin exploration of avenues for possibly moving our relations forward.
Our initial step should be to address the problem of what is perceived in Turkey as links that exist in Greece with terrorist organizations and their systematic encouragement. This is a matter of crucial importance for us and recent events have made it imperative that this issue be handled in an explicit manner and at the bilateral level between our two countries.
I, therefore, suggest that Turkey and Greece conclude an agreement to combat terrorism. Resolution of this issue would permit us to approach our known differences with greater confidence. The substance of this agreement may be inspired by accords we have already signed with some of our other neighbors, but is should also be specific to the nature of the problem as it affects our relations. We have some further ideas in this respect which we are ready to share with you.
I further suggest that parallel to the signing and implementation of such an agreement, we could also initiate a plan for reconciliation. For this purpose, we could benefit from the ideas I had forwarded to the EU in November 1997, emphasizing resort to all the peaceful means referred to in the UN Charter as well as those I placed on the table back in February-March 1998 that enjoyed positive echoes from international circles as being constructive and realistic. Certainly, we would be open to new ideas, too.
If you think we can proceed on these two categories of action, we might instruct our high official to come together and have them meet and begin to discuss these matters and privacy.
Waiting for your response, I present my warm regards and best wishes.
Ismail Cem
Ankara, 24 May 1999
Dear George,
I want to share with you my views on ameliorating our bilateral relations. As you also expressed a similar interest to me, I hope these ideas will help us to begin exploration of avenues for possibly moving our relations forward.
Our initial step should be to address the problem of what is perceived in Turkey as links that exist in Greece with terrorist organizations and their systematic encouragement. This is a matter of crucial importance for us and recent events have made it imperative that this issue be handled in an explicit manner and at the bilateral level between our two countries.
I, therefore, suggest that Turkey and Greece conclude an agreement to combat terrorism. Resolution of this issue would permit us to approach our known differences with greater confidence. The substance of this agreement may be inspired by accords we have already signed with some of our other neighbors, but is should also be specific to the nature of the problem as it affects our relations. We have some further ideas in this respect which we are ready to share with you.
I further suggest that parallel to the signing and implementation of such an agreement, we could also initiate a plan for reconciliation. For this purpose, we could benefit from the ideas I had forwarded to the EU in November 1997, emphasizing resort to all the peaceful means referred to in the UN Charter as well as those I placed on the table back in February-March 1998 that enjoyed positive echoes from international circles as being constructive and realistic. Certainly, we would be open to new ideas, too.
If you think we can proceed on these two categories of action, we might instruct our high official to come together and have them meet and begin to discuss these matters and privacy.
Waiting for your response, I present my warm regards and best wishes.
Ismail Cem
Cem - Papandreou Mektuplaşması
Letter from Mr George Papandreou, Foreign Minister of the Republic of Greece, to Mr Ismail Cem, Foreign Minister of the Republic of Turkey, 25 June 1999
Athens, 25 June 1999
Dear Ismail,
Allow me once again to congratulate you on your reappointment as Foreign Minister of the Republic of Turkey. I am looking forward to continuing our friendly and constructive cooperation.
In this regard I would like to thank you for your letter dated 24 May 1999 and I wish to offer the following thoughts:
First of all I would like to welcome the expression of willingness from your side to improve our bilateral relations. This is also the sincere wish of the Greek side. Greece is willing to address the issues in our relations within the framework of International Law and Treaties. I strongly believe that we must adopt a realistic approach which will allow outstanding issues to be dealt with in sequence creating thus both a strengthening sense of confidence in our relations and a perspective of further steps along the way.
In parallel, we could also envisage resuming dialogue on issues, may of which we have attempted to deal with in the past. Cooperation in several fields of mutual interest such as culture, tourism, environment, crime, economic cooperation and ecological problems should be amongst the topics of our talks. allow me to elaborate on these suggestions:
-- Tourism should become an area of cooperation. Closer cooperation between Greece and Turkey will enhance our competitiveness and strengthen the attraction of our two countries as tourist destinations. Important exchanges already exist between the local authorities, tourist organizations and chamber of commerce of the Greek Islands of the Aegean and those on the western coast of Turkey. It is important we strengthen these contacts and examine into specific issues that will facilitate their cooperation therefore accrue multiple benefits for both our countries.
-- One of the most important resources our two countries possess is the beauty of our natural environments. Our two countries continue to remain comparatively unspoiled by the developments of modern economies. This however may not be so in a few years. The preservation and/or restoration of our natural surroundings, particularly when we speak of the Mediterranean, our coasts, our seas, our rivers and lakes must be a priority for both of us. Let us therefore explore the possibilities of cooperation on ecological issues that will not only preserve our tourist industry’s prospects but also guarantee a better quality of life to our citizens.
-- Both Greece and Turkey have rich cultural traditions. Building a multicultural Europe means that we need to enhance our cultural identities and understand each other’s specificity. Our cooperation in this file d could involve such projects as the restoration of religious and cultural monuments. Mosques, churches, and cultural sites could be identified for this purpose in both our countries. Extremely important are of course live exchanges of artists, intellectuals and academics, but also groups that have formed non-governmental organizations. These exchanges could expand to journalists, women, youth, professionals as well as institutions such as those of tertiary education and many others. In this context complicated but important issues such as Balkan history books in our educational systems might be explored with other neighboring countries.
-- Dealing with organized crime, drug trafficking, illegal migration and terrorism are a priority for Greece and Turkey. Therefore cooperation in this field is a necessity. Such cooperation must obviously be compatible with our obligations as an EU member country. It must also respect our commitments arising from a number of international treaties and agreements signed by us. Furthermore, I hope you will agree it is essential that any form of cooperation on terrorism should also take into account the basic principles safeguarding human rights adopted by the council of Europe, to which both our countries participate. In any case nothing prevents out two countries from exploring all avenues for cooperation in order to combat terrorism within the framework of relevant international agreements of which we are both part. I also suggest that we could examine our cooperation within the context of the recent SECI agreement to prevent and combat trans-border crime. In this context Greece also has important concerns with regard to drug trafficking and illegal migration. Many attempts have been made by drug dealers or illegal migrant traffickers to cross our common border. This has become a major issue of concern for our citizens and our cooperation here will be truly welcomed. Cooperation on all the above issues would also be of great interest to many nations in Europe as their cities are target destinations of these illegal activities.
-- Trade between our countries has greatly increased over the past years. Let us therefore see how we can enhance this momentum to our mutual benefit. Among other things we could examine the possibility of concluding bilateral economic agreements for instance an agreement on preventing double taxation. Our business communities, who have shown leadership in Greek-Turkish relations, could also contribute positively to our discussions on economic cooperation.
-- South East European Cooperation and the Black Sea Economic Cooperation – where we have already achieved a good record of successful collaboration – provide us with another field for cooperation. The recent crisis in Kosovo is a good example on how our two countries can coordinate their policies within a regional context. While the immediate crisis is over much is yet to be done for reconciliation, reconstruction and stability in Kosovo, Yugoslavia and the region as a whole. The Stability Pact offers us a number of opportunities to coordinate and develop our joint efforts. I have always believed that close cooperation between Greece and Turkey in multilateral organizations will contribute to give greater impetus to wider stability in the region. Our cooperation in these areas should serve as an example for others. Keeping this in mind we could explore other areas of cooperation within SEEC and BSEC. The South East European Cooperation, SECI and the Black Sea Economic Cooperation, where we have already achieved a good record of collaboration, can become important areas of successful work between us.
The possibility of concluding bilateral, or even multilateral agreements, in the above mentioned fields could also be envisaged in the light of the progress of our cooperation.
In this context we could meet when the opportunity arises in order to have a sincere and constructive exchange of views. I have always been of the view that personal contacts between us can in many ways be productive. They particularly can be useful if we are to define common approaches, ways and means to address outstanding bilateral issues and enhance mutual confidence.
Hoping to hear from you soon, I send you my sincere wishes for success in your post.
George A. Papandreou
Athens, 25 June 1999
Dear Ismail,
Allow me once again to congratulate you on your reappointment as Foreign Minister of the Republic of Turkey. I am looking forward to continuing our friendly and constructive cooperation.
In this regard I would like to thank you for your letter dated 24 May 1999 and I wish to offer the following thoughts:
First of all I would like to welcome the expression of willingness from your side to improve our bilateral relations. This is also the sincere wish of the Greek side. Greece is willing to address the issues in our relations within the framework of International Law and Treaties. I strongly believe that we must adopt a realistic approach which will allow outstanding issues to be dealt with in sequence creating thus both a strengthening sense of confidence in our relations and a perspective of further steps along the way.
In parallel, we could also envisage resuming dialogue on issues, may of which we have attempted to deal with in the past. Cooperation in several fields of mutual interest such as culture, tourism, environment, crime, economic cooperation and ecological problems should be amongst the topics of our talks. allow me to elaborate on these suggestions:
-- Tourism should become an area of cooperation. Closer cooperation between Greece and Turkey will enhance our competitiveness and strengthen the attraction of our two countries as tourist destinations. Important exchanges already exist between the local authorities, tourist organizations and chamber of commerce of the Greek Islands of the Aegean and those on the western coast of Turkey. It is important we strengthen these contacts and examine into specific issues that will facilitate their cooperation therefore accrue multiple benefits for both our countries.
-- One of the most important resources our two countries possess is the beauty of our natural environments. Our two countries continue to remain comparatively unspoiled by the developments of modern economies. This however may not be so in a few years. The preservation and/or restoration of our natural surroundings, particularly when we speak of the Mediterranean, our coasts, our seas, our rivers and lakes must be a priority for both of us. Let us therefore explore the possibilities of cooperation on ecological issues that will not only preserve our tourist industry’s prospects but also guarantee a better quality of life to our citizens.
-- Both Greece and Turkey have rich cultural traditions. Building a multicultural Europe means that we need to enhance our cultural identities and understand each other’s specificity. Our cooperation in this file d could involve such projects as the restoration of religious and cultural monuments. Mosques, churches, and cultural sites could be identified for this purpose in both our countries. Extremely important are of course live exchanges of artists, intellectuals and academics, but also groups that have formed non-governmental organizations. These exchanges could expand to journalists, women, youth, professionals as well as institutions such as those of tertiary education and many others. In this context complicated but important issues such as Balkan history books in our educational systems might be explored with other neighboring countries.
-- Dealing with organized crime, drug trafficking, illegal migration and terrorism are a priority for Greece and Turkey. Therefore cooperation in this field is a necessity. Such cooperation must obviously be compatible with our obligations as an EU member country. It must also respect our commitments arising from a number of international treaties and agreements signed by us. Furthermore, I hope you will agree it is essential that any form of cooperation on terrorism should also take into account the basic principles safeguarding human rights adopted by the council of Europe, to which both our countries participate. In any case nothing prevents out two countries from exploring all avenues for cooperation in order to combat terrorism within the framework of relevant international agreements of which we are both part. I also suggest that we could examine our cooperation within the context of the recent SECI agreement to prevent and combat trans-border crime. In this context Greece also has important concerns with regard to drug trafficking and illegal migration. Many attempts have been made by drug dealers or illegal migrant traffickers to cross our common border. This has become a major issue of concern for our citizens and our cooperation here will be truly welcomed. Cooperation on all the above issues would also be of great interest to many nations in Europe as their cities are target destinations of these illegal activities.
-- Trade between our countries has greatly increased over the past years. Let us therefore see how we can enhance this momentum to our mutual benefit. Among other things we could examine the possibility of concluding bilateral economic agreements for instance an agreement on preventing double taxation. Our business communities, who have shown leadership in Greek-Turkish relations, could also contribute positively to our discussions on economic cooperation.
-- South East European Cooperation and the Black Sea Economic Cooperation – where we have already achieved a good record of successful collaboration – provide us with another field for cooperation. The recent crisis in Kosovo is a good example on how our two countries can coordinate their policies within a regional context. While the immediate crisis is over much is yet to be done for reconciliation, reconstruction and stability in Kosovo, Yugoslavia and the region as a whole. The Stability Pact offers us a number of opportunities to coordinate and develop our joint efforts. I have always believed that close cooperation between Greece and Turkey in multilateral organizations will contribute to give greater impetus to wider stability in the region. Our cooperation in these areas should serve as an example for others. Keeping this in mind we could explore other areas of cooperation within SEEC and BSEC. The South East European Cooperation, SECI and the Black Sea Economic Cooperation, where we have already achieved a good record of collaboration, can become important areas of successful work between us.
The possibility of concluding bilateral, or even multilateral agreements, in the above mentioned fields could also be envisaged in the light of the progress of our cooperation.
In this context we could meet when the opportunity arises in order to have a sincere and constructive exchange of views. I have always been of the view that personal contacts between us can in many ways be productive. They particularly can be useful if we are to define common approaches, ways and means to address outstanding bilateral issues and enhance mutual confidence.
Hoping to hear from you soon, I send you my sincere wishes for success in your post.
George A. Papandreou
6 Mart 2011 Pazar
Hukuk Eğitimi
Hukuk, mezunlarının sayısı artmasına rağmen prestijini kaybetmeyen dallardan birisidir ülkemizde. Prestijlerinden bir şey kaybetmeyen ancak sayıları giderek artan hukuk mezunlarının son yıllarda artan oranda yurtdışında mastır eğitimine gittikleri gözleniyor. Bunda meslektaşlar arasında öne çıkma kaygısı kadar, hukukun uluslararasılaşması sonucunda diğer ülkelerin sistemlerine aşinalık kazanma isteği de etkili oluyor. En çok merak edilenler ise hukuk eğitiminin niteliği ve ardından çalışma imkanlarıyla ilgili. Uluslar arası politika ve hukuktaki globalleşme nedeniyle kendi hukuk yapısı yanında yabancı hukuk sistemlerine de hakim avukatlara ihtiyaç duyulmaktadır. İhtiyaca bağlı olarak hukuk büroları da yabancı hukuk sistemleri konusunda eğitim almış avukatları istihdam etmeye başlamışlardır.
Türkiye’de avukat olabilmek için yürürlükteki uygulamalara göre okulu bitirdikten sonra avukatlık stajını yapmak yeterli oluyor. İngilizce konuşulan ülkelerde hukuk eğitiminin yapısı dolayısıyla avukatlık ehliyetini kazanma süreci de farklı işliyor. Ancak hepsinin hemfikir olduğu husus, hukuk okulunda okumanın da mesleğin icrasının da “zor” olması.
İngiltere’de hukuk eğitimi lisans seviyesinde sunulurken, ABD’de lisansüstü seviyede hukuk eğitimi alınıyor. ABD’de öncelikle tarih, siyaset bilim, sosyoloji başta olmak üzere herhangi bir alanda lisans derecesi edinmek ardından da ardında lisansüstü hukuk okuluna gitmek gerekiyor. Hukuk okulunun ardından yarışın en zorlu kısmı olan baro sınavları geliyor.
Türkiye’de bir hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra Türkiye’de daha iyi şartlarda iş bulmak istiyorsanız bu kadar zahmete katlanmanız gerekmiyor. Uzmanlaşmak istediğiniz alanda LLM (master of laws) programına katılmak sizi amacınıza ulaştıracaktır. LLM programı gerek ABD’de gerekse İngiltere’de bir yıl süreli olup bu ülkelerin hukuk yapılarını incelemek ve İngilizce’deki acemiliği atmak bakımından harika bir fırsattır.
LLM seçeneklerine geçmeden önce bu programın tipik özelliklerini tanıyalım. Üniversiteler genel LLM programları yanında LLM Business Law, LLM Critical Legal Studies, LLM Employment Law, LLM Family Law, LLM Human Rights, LLM Intellectual Property and LLM International Law gibi uzmanlaşmaya dayalı programla da sunuyorlar. LLM programındaki uzmanlaşma alanları genellikle her bir okulun öğretim ve araştırma olarak uzmanlaştığı sahaları yansıtıyor. Büyük hukuk okulları, hacimlerine bağlı olarak daha fazla uzmanlaşma alanında eğitim verebiliyorlar.
İngiliz hukuk okullarında tez dahil ortalama bir yıl süren LLM programlarının ders kısmı genellikle Eylül – Mayıs ayları arasında işleniyor. Bu tarihten itibaren öğrenciler ortalama 15 bin kelime uzunluğunda olan tezlerini yazma dönemine geçiyorlar.
Türkiye’de avukat olabilmek için yürürlükteki uygulamalara göre okulu bitirdikten sonra avukatlık stajını yapmak yeterli oluyor. İngilizce konuşulan ülkelerde hukuk eğitiminin yapısı dolayısıyla avukatlık ehliyetini kazanma süreci de farklı işliyor. Ancak hepsinin hemfikir olduğu husus, hukuk okulunda okumanın da mesleğin icrasının da “zor” olması.
İngiltere’de hukuk eğitimi lisans seviyesinde sunulurken, ABD’de lisansüstü seviyede hukuk eğitimi alınıyor. ABD’de öncelikle tarih, siyaset bilim, sosyoloji başta olmak üzere herhangi bir alanda lisans derecesi edinmek ardından da ardında lisansüstü hukuk okuluna gitmek gerekiyor. Hukuk okulunun ardından yarışın en zorlu kısmı olan baro sınavları geliyor.
Türkiye’de bir hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra Türkiye’de daha iyi şartlarda iş bulmak istiyorsanız bu kadar zahmete katlanmanız gerekmiyor. Uzmanlaşmak istediğiniz alanda LLM (master of laws) programına katılmak sizi amacınıza ulaştıracaktır. LLM programı gerek ABD’de gerekse İngiltere’de bir yıl süreli olup bu ülkelerin hukuk yapılarını incelemek ve İngilizce’deki acemiliği atmak bakımından harika bir fırsattır.
LLM seçeneklerine geçmeden önce bu programın tipik özelliklerini tanıyalım. Üniversiteler genel LLM programları yanında LLM Business Law, LLM Critical Legal Studies, LLM Employment Law, LLM Family Law, LLM Human Rights, LLM Intellectual Property and LLM International Law gibi uzmanlaşmaya dayalı programla da sunuyorlar. LLM programındaki uzmanlaşma alanları genellikle her bir okulun öğretim ve araştırma olarak uzmanlaştığı sahaları yansıtıyor. Büyük hukuk okulları, hacimlerine bağlı olarak daha fazla uzmanlaşma alanında eğitim verebiliyorlar.
İngiliz hukuk okullarında tez dahil ortalama bir yıl süren LLM programlarının ders kısmı genellikle Eylül – Mayıs ayları arasında işleniyor. Bu tarihten itibaren öğrenciler ortalama 15 bin kelime uzunluğunda olan tezlerini yazma dönemine geçiyorlar.
1 Mart 2011 Salı
ULUSLARARASI HUKUK
ULUSLARARASI HUKUK
Birleşmiş Milletler'in en önemli başarıları arasında ekonomik ve sosyal kalkınma, uluslararası barış ve güvenliğin gelişimine ciddi oranda katkıda bulunan uluslararası kanunların – teamüller, antlaşmalar ve standartlar – geliştirilmesi bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler sayesinde varılan bir çok anlaşma ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukun temellerini oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler tüm insanların günlük yaşantılarını olumlu yönde etkileyen söz konusu faaliyetlerine sessiz ama kararlı adımlarla devam etmektedir.
Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın Teşkilat’a uluslararası anlaşmazlıklara hakemlik ve hukuki antlaşmalar (Madde 33) çerçevesinde barışçıl çözümler bulma ve uluslararası hukukun gelişimini ve tedvinini destekleme (Madde 13) görevi vermiştir. Yıllar boyunca, Birleşmiş Milletler 500’den fazla çok taraflı anlaşmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Söz konusu anlaşmalar ülkeler arasında geniş ortak yaklaşıma işaret etmekte ve anlaşmaları ihlal eden ülkelere yasal kısıtlamalar getirebilmektedir.
Bir çok alanda, Birleşmiş Milletler'in hukuk konusundaki çalışmaları öncü girişimler olmuş ve uluslararası boyutlara ulaşan sorunlara çözümler bulmuştur. Öne çıkan çabalar arasında çevrenin korunması, göçmen iş gücünün kontrolü, uyuşturucu trafiği ve terörizm ile mücadele gibi alanlar vardır. Uluslararası hukuk, insan hakları ve uluslararası insani yardım hukuku dahil geniş bir yelpazeyi içerisine alarak genişlediği için, BM’ye bu alanda verilen görev bugün de devam etmektedir.
Anlaşmazlıkların Hukuki Yolla Çözümü
Birleşmiş Milletler'in ihtilafların çözümlenmesi için oluşturulan organı Uluslararası Adalet Divanı’dır. Lahey Divanı olarak bilinen divan, 1946 yılında kurulmuştur. 2003 yılının sonunda, üye ülkelerden gelen 78 ihtilafla ilgili karar vermiş ve Birleşmiş Milletler kuruluşlarından gelen taleplerle ilgili olarak 24 görüş bildirilmiştir. Bir çok konu tüm Divan tarafından ele alınmaktadır; fakat 1981 yılından beri tarafların istekleri üzerine altı dava özel kurullara sevk edilmiştir ( Divan’ın web sitesine bakınız; www.icj-cij.org ).
Divan’ın baktığı davalarda, ekonomik haklar, geçiş hakları, gücün kullanılmaması, ülkelerin iç işlerine karışılmaması, diplomatik ilişkiler, rehine almak, sığınma ve tabiyet hakkını içeren uluslararası konuları ele almıştır. Ülkeler aralarındaki fikir ayrılıklarına tarafsız hukuki bir çözüm getirilmesi için Divan’a baş vururlar. Divan, kara ve deniz sınırları ve bölgesel özerklik gibi konulara barışçıl çözümler getirerek, antlaşmazlıkların tırmanmasını önlemektedir.
Divan’ın, 2002 yılında Kamerun ve Nijerya arasındaki petrol zengini Bakassi yarım adası tüm kara ve deniz sınırlarının hükümranlık hakları ile ilgili anlaşmazlığı ele aldığı dava, bölgesel konularla ilgili çok tipik bir örnek teşkil etmektedir. Divan sayesinde sorun barışçıl yollardan çözülebilmiştir. Divan, aynı başlarında Endonezya ve Malezya arasında Celebes Denizi'ndeki iki ada ile ilgili anlaşmazlığı da çözmüş ve adaları Malezya’ya vermiştir. 2001 yılında Divan, Katar ve Bahreyn arasında ilişkilerini geren deniz sınırı ve özerklik ile ilgili bir antlaşmazlığı da sona erdirmiştir.
Divan 1999 yılında, Botswana ve Namibya arasındaki hassas bir kara sınırı anlaşmazlığını her iki ülke tarafından da kabul edilen bir kural ile çözmüştür. 1992 yılında El Salvador ve Honduras arasında neredeyse bir asır boyunca süren, 1969 yılında kısa fakat kanlı bir savaşa neden olan bir anlaşmazlığı karara bağlamıştır. 1994 yılında, Libya ve Çad bölgelerinin, 1955 yılında Libya ve Fransa arasındaki anlaşma ile tanımlanmasını kabul etmeyerek; müştereken Divan’a gitmişlerdir. Sonuç olarak Libya, Çad ile olan güney sınırından güçlerini geri çekmiştir.
Çatışmalar ya da siyasi karışıklıklarla ilgili çok çeşitli konular Divan'a getirilmektedir. 1980 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Tahran’daki elçiliğine el koyulması ve çalışanlarının tutuklanmasından ortaya çıkan bir durumu Divan’a getirmiştir. Divan, İran’ın tutukluları serbest bırakması, elçiliği geri vermesi ve onarımını sağlaması gerektiğini belirtmiştir. Fakat Divan onarım miktarını belirlemeden önce, dava iki ülkenin anlaşması sonunda geri çekilmiştir. 1989 yılında İran, bir İran Havayolları uçağının Amerika Birleşik Devletleri savaş gemisi tarafından vurulmasını kınamış ve Amerika Birleşik Devletleri'nin İran’a tazminat ödenmesini talep etmiştir. Dava, taraflar arasında bir tazminat anlaşmasının yapılmasını takiben 1996 yılında kapanmıştır.
Nikaragua 1986 yılında, “kontralara” verdiği destekle ilgili olarak Amerika Birleşik Devletleri'ni dava etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin tazminat ödemesi gerektiğine karar verilmiş; fakat 1991 yılında miktar belirlenmeden önce Nikaragua, davanın düşmesini talep etmiştir.
Libya 1992 yılında – biri İngiltere’ye diğeri de Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı olan iki dava açmıştır. Dava, 1988 yılında Pan Amerikan Havayolları'nın 103 sefer sayılı uçuşunun İskoçya’nın Lockerbie kenti üzerinde düşmesi ile ilgilidir. Eylül 2003’de taraflar arasında anlaşmaya varılmasını takiben davalar, Divan’ın gündeminden çıkarılmıştır.
Bosna ve Hersek 1993 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ne (Sırbistan Karabağ) karşı, Soykırımın Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmes'nin uygulanmasına dair bir davayı getirmiştir. Divan, taraflara soykırımın ve anlaşmazlığın büyümesini engellemeleri çağrısı yapmıştır ve dava hala devam etmektedir.
Divan 1996 yılında, Amerika Birleşik Devletleri savaş gemilerinin Iran petrol platformlarını tahrip edilmesiyle ilgili 1992 yılına ait bir davaya ait kararına yapılan itirazları reddetmiştir. Kasım 2003’te Divan, Amerika Birleşik Devletleri'ne davranışlarının kendi ulusal güvenlik gerekliliklerini korumak için yeterli neden olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmiştir. Fakat, bu davranışların ticaret özgürlüğünü ihlal etmediğinden, Iran’ın tazminat talebi kabul edilmemiştir. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin karşı davasını da reddetmiştir.
Ülkeler, ekonomik haklarla ilgili sorularını da Divan’a getirirler. 1995 yılında, Kanada ve Avrupa Birliği arasında balıkçılık üzerine bir anlaşmazlıktan kaynaklanan bir davanın görüldüğü bir sırada, Kanada’nın karasularında avlanan bir İspanyol balıkçı gemisine el koyması üzerine İspanya, Kanada’ya karşı bir dava açmıştır. Daha yakın zamanlarda Lichtenstein, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın el koyduğu bazı mal varlıkları ile ilgili olarak bir dava açmıştır.
Tuna Nehri üzerinde 1997 yılında bir baraj sisteminin kurulmasını öngören anlaşmanın geçerliliğiyle ilgili olarak Macaristan ve Slovakya tarafından dava açılmıştır. 1997 yılında Divan, tarafların her ikisininde kuralları bozduğunu ve aralarındaki anlaşmaya uymaları gerektiğini beyan etmiştir.
Geçen on yıl içerisinde, Divan’a başvurulan davaların sayısında belirgin bir artma olmuştur. 1970’lerde, Divan gündeminde bir ya da iki dava varken, 1990 ile 1997 yılları arasında bu sayı 9 ila 13 arasında değişmiştir. Son dönemlerde davaların sayısı 20’ye çıkmıştır. 2003 yılının sonunda, Divan gündeminde bekleyen 22 dava vardı ve bunlardan birisi aktif değerlendirme safhasındaydı.
Divan, Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul, Birleşmiş Milletler'in hizmetinde iken meydana gelen kazaların tazminatı, Batı Sahra’nın bölgesel durumu, barışgücü operasyonlarının harcamaları ve daha yakın bir zamanda BM insan hakları raportörlerinin statüsü ile ilgilenmek olmuştur. 1996 yılında Genel Kurul ve Dünya Sağlık Örgütü'nün önerisi üzerine nükleer silahların kullanılması ya da tehdidin yasallığıyla ilgili olarak iki karar alınmıştır.
Güvenlik Konseyi 1971 yılında Divan’dan, Güney Afrika’nın Nambiya’daki varlığının yasal olmadığı ve Güney Afrika’nın geri çekilerek işgale son vermesi gerektiği kararını almasını rica etmiştir ve bu karar sonunda da Nambiya 1990 yılında özgürlüğüne kavuşmuştur.
Uluslararası Hukukun Geliştirilmesi ve Yasallaştırılması
Uluslararası Hukuk Komisyonu, Genel Kurul tarafından 1947 yılında, uluslararası hukukun geliştirilmesi ve tedvini için kurulmuştur. Komisyon, Genel Kurul tarafından 5 yıllığına seçilen 34 üyeden oluşmakta ve yılda bir kere toplanmaktadır. Üyeler dünyanın başlıca yasal sistemlerini temsil etmekte ve kendi hükümetlerinin temsilcileri olarak değil; icra ettikleri görevin uzmanı olarak hizmet vermektedirler. Komisyon ülkeler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili pek çok konuyla ilgilenmektedir.
Komisyonun çalışmalarının büyük bölümünü uluslararası hukukun vecheleri için taslakların hazırlanması oluşturur. Bazı konular Komisyon tarafından seçilir; diğerleri de Genel Kurul tarafından getirilir. Komisyon bir konu üzerindeki çalışmalarını tamamladığında Genel Kurul taslağı kurallara çevirmek için yetkili kişileri çağırarak uluslararası bir konferans düzenler. Daha sonra taslak, ülkelere taraf olmaları için açılır. Bu, ülkelerin gönüllü olarak bu koşulları kabul etmeleri demektir. Bu kuralların bazıları ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal altyapıyı oluşturur. Örneğin:
* Uluslararası Su Yollarının Deniz Seferleriyle İlgili Olmayan Kullanımı Hukukunun Kuralları Anlaşması, iki ya da daha fazla ülke tarafından paylaşılan su yollarının eşit ve mantıklı kullanımını düzenler. 1997 yılında Genel Kurul tarafından kabul edilmiştir.
* Ülkeler ve Uluslararası Organizasyonlar Arasında veya Uluslararası Organizasyonlar Arasındaki Hukuk Kuralları Anlaşması, 1986 yılında Viyana’da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Ülke Varlıklarının Kime Miras Kalacağını Gösteren Anlaşma, Arşivler ve Borçlar, 1983 yılında Viyana’da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Diplomatik Temsilciler ve Uluslararası Korunan İnsanlara Karşı Suç İşlenmesinin Önlenmesi ve İşlenen Suçların Cezalandırılması Anlaşması, Genel Kurul tarafından 1973 yılında kabul edilmiştir.
* Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, 1969 yılında Viyana da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi (1961) ve Konsolosluk İlişkileri Sözleşmesi (1963) Viyana da düzenlenen bir konferansta kabul edilmiştir.
Komisyon 1999 yılında bir ülkenin dağılması ya da bir bölgenin ayrılması gibi durumlarda kişilerin ülkesiz kalmasına mani olmak için bir deklarasyon taslağını kabul etmiştir. Ülkelerin sorumluluklarını yerine getirmeleri Komisyon'un 1949 senesinde ilk döneminden itibaren çalışmalarının ana konusu olmuştur. 2001 yılında, çalışmalarını “Uluslararası Yanlış Davranışlarda Ülkelerin Sorumluluğu” kanun taslağını kabul etmiştir. Gene 2001 yılında, komisyon, sınır ötesi tehlikeli faaliyetlerin men edilmesi konusunda kanun tasarılarını da kabul etmiştir. Şu anda komisyon, uluslararası hukuk ile men edilmemiş, zaman zaman sınırları da aşan zarar verici davranışlardan doğan sorumluluk konusunda çalışmaktadır.
Komisyonun ilgilendiği diğer konular: ülkelerin tek taraflı davranışları, diplomatik korunma, anlaşmalara tereddüt, uluslararası organizasyonların sorumlulukları, ülkeler tarafından paylaşılan ortak doğal kaynaklar ve uluslararası hukukun dağılması, uluslararası hukukun genişlemesi ve farklılaşması neticesinde ortaya çıkan zorluklara odaklanmasıdır. (Komisyon’un web sitesine bakınız, www.un.org/law/ilc/index.htm)
Uluslararası Ticaret Hukuku
Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Komisyonu (UNCITRAL) uluslararası ticaret hukukunu dengelemek için anlaşmalar geliştirerek; model kanunlar, kurallar ve yasal yönetmelikler hazırlayarak dünya ticaretini kolaylaştırmaktadır. 1966 yılında Genel Kurul tarafından oluşturulan bu 60 ülkelik yapı dünyanın coğrafi bölgelerinin ve temel ekonomik ve hukuki yapılarının temsilcilerini bir araya getirir. Yıllardır, UNCITRAL uluslararası ticaret hukukunda BM’in merkez kurumu olmuştur. Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Ticaret Hukuku Bölümü-Hukuki İşler Birimi, UNCITRAL’ın sekreteryası olarak hizmet vermektedir.
Komisyon, 37 yıllık tarihinde hukukun çeşitli alanlarında kabul gören temel olarak benimsenmiş metinler geliştirmiştir. Bunlar; UNCITRAL Arabuluculuk Kuralları (1976); UNCITRAL Uzlaştırma Kuralları (1980); Malların Uluslararası Satış Kontrat Kuralları (1980); UNCITRAL Uluslararası Ticari Arabuluculuk Model Kanunu (1985); UNCITRAL Malların Satın Alınması, İmalatı ve Hizmetleri Model Kanununu (1994); UNCITRAL Arabuluculuk Prosedürlerinin Düzenlenmesi üzerine Notlar (1996); ve Elektronik Ticaret Model Kanununu (1996) içermektedir.
Diğer dikkate değer metinler; Malların Uluslararası Satışında Kısıtlamalar Sözleşmesi (1974), Birleşmiş Milletler Denizaşırı Mal Taşıma Sözleşmesi (Hamburg Kuralları) (1978), Birleşmiş Milletler Uluslararası Kambiyo ve Uluslararası Bonolar Sözleşmesi (1988), UNCITRAL Endüstriyel Çalışmaların Yapımı için Uluslararası Kontratların Hazırlanması Yasal Rehberi (1988), Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticarette Taşımacılık Merkezlerinin Yöneticilerinin Sorumlulukları Sözleşmesi (1991), UNCITRAL Uluslararası Karşılıklı Ticaret İşlemler Yasal Rehberi (1992), Birleşmiş Milletler Bağımsız Garantiler ve Krediler için Destek Mektupları Sözleşmesi (1995) ve UNCITRAL Sınırlararası Borç Ödeyememe Model Kanunu (1997) dur.
Daha yakın zamanda hazırlanan metinler ise şunlardır; Özel olarak Finanse Edilmiş Altyapı Projelerinin Yasal Rehberi (2000), Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticarette Alacakların Değerlenmesi Sözleşmesi (2001), UNCITRAL Elektronik Ticaret Model Yasası (2001), UNCITRAL Uluslararası Ticari Uzlaşma Model Yasası (2002).
Komisyonun şimdiki çalışmaları; UNCITRAL Özel olarak Finanse Edilmiş Altyapı Projeleri Yasal Rehberini düzenlemek için yasal model taslaklarının hazırlanması; UNCITRAL Metinleri Örnek Kanunlarının hazırlanması ve basılması; iflas kanunları üzerine yasal rehber taslağı; malların deniz aşırı taşınması üzerine bir taslak çalışma; sigorta faizleri için bir yasal rehber taslağı hazırlanmasını içermektedir. Çalışmalar ayrıca uluslararası elektronik anlaşmalarla ilgili uluslararası düzenlemelerin hazırlanması ve uluslararası ticaretle ilgili olarak varolan araçlarda elektronik ticarete yönelik muhtemel yasal engellerin kaldırılmasının yollarının değerlendirilmesiyle devam etmektedir.
İlaveten, UNCITRAL Uluslararası Ticaret Mahkemesi Arbitraj Model Kanunu (1985) ve Yabancı Arbitraj Tazminatlarının Uygulamaya Konması (1958) Sözleşmesinde belirtildiği gibi önerilerin yazılmasıyla ilgili konulara, aynı zamanda UNCITRAL Uluslararası Ticaret Uyuşmazlıkları Model Kanununun 17. Maddesinin değiştirilmesi için korunmacı yaklaşımların geçici ölçütlerinin belirlenmesi ve yürürlüğe konmasıyla ilgili yeni bir madde üzerinde çalışmaktadır.
Çevre Hukuku
Birleşmiş Milletler uluslararası çevre hukukunun geliştirilmesi için önemli çevre anlaşmalarını destekleyerek çevrenin korumasına öncülük etmektedir. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) bu anlaşmaların bir çoğunu yönetmektedir; bazı anlaşmalar da başka kurumlarca yönetilmektedir.
* Uluslararası Önemi Olan Sulak Alanlardaki Su Kuşlarının Doğal Ortamı Anlaşması (1971), ülkelerin kendi yönetimleri altında olan sulak alanları akıllıca kullanmalarını ön görmektedir. Bu anlaşma Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu (UNESCO) tarafından desteklenmektedir.
* Dünyanın Kültür ve Doğal Mirasının Korunmasıyla İlgili Anlaşma (1972), ülkelerin eşsiz doğal ve kültürel alanlarını korumalarını ön görmektedir. Yine UNESCO tarafından desteklenmektedir.
* Yok Olma Tehlikesi Altındaki Yabani Hayvanların ve Bitki Örtüsünün Korunması Anlaşması (1973), seçilmiş yabani hayvan ve bitki türlerinin ve ürünlerinin yaşamlarının devamı için uluslararası ticareti kotalar ya da kesin yasakları kontrol eder.
* Göçebe Yabani Hayvan Türlerinin Korunması için Bonn Anlaşması (1979) ve buna bağlı bölgesel ve türlerine göre anlaşmalar neticesinde kara, hava ve deniz yoluyla göçen türleri ve onların yaşama alanlarını korumayı amaçlar.
* Sınırötesi Uzun Dönemli Hava Kirliliği Anlaşması (Asit Yağmurları Anlaşması) (1979) ve protokolleri Avrupa Ekonomik Komisyonu’nun (ECE) himayesinde müzakere edilmiştir ve Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hava kirliliğinin kontrolünü ve azaltılmasını sağlar.
* Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Anlaşması (1982) denizcilikle ilgili çeşitli konuları düzenler. Bunlar sivil ve askeri deniz kuvvetlerinin denizlerdeki seyir haklarını, deniz kıyılarının ve ortamının korunmasını, canlı ve cansız kaynakların haklarını ve deniz bilim araştırmalarını kapsar.
* Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Anlaşması (1985), Montreal Protokolü (1987) ve değişiklikleri, güneşin zararlı ültraviyole ışınlarından koruyucu olan ozon tabakasına yapılacak tahribatların azaltılmasını amaçlar.
* Tehlikeli Atıklar ve İmhalarının Sınırlar Arası Hareketinin Kontrolü için Basel Anlaşması (1989) ve değişiklikleri ile tehlikeli atıkların sınır aşırı taşınması ve boşaltılmasını azaltmak; zararlı atıkların ve toksitlerinin miktarını azaltmak ve üretim noktasına en yakın yerde çevreye uygun bir şekilde temizlenmeleri öngörülmektedir. Ülkeler 1999 yılında tehlikeli atıkların sınır ötesi taşınmasının sonuçları için sorumluluklarını ve tazminatları belirleyen bir protokolü kabul etmişlerdir.
* Montreal Protokolünün Uygulanmasına Dair Çok Taraflı Fonlar (1991), Bu fon madde 5 ülkeleri olarak tanımlanan gelişmekte olan ülkelere ozon tabakasını bozan maddelerin tüketimi ve üretimine limit getirerek, söz konusu ülkelerin protokole uymalarına yardım eder. 5. maddeye dahil olmayan ülkelerin, çok taraflı fonlara ödenekleri Birleşmiş Milletler kararlarına göre değerlendirilmektedir.
* Baltık ve Kuzey Denizinde Yaşayan Küçük Memelilerin Korunması Anlaşması (1991) Göçebe Türler Anlaşması himayesinde küçük memelilerinin etkili bir şekilde korunmasını sağlamak ve yaşamlarını devam ettirmek için taraflar arasında bir görüş birliği oluşturmayı amaçlar. Taraf ülkeler bu memelilerin yaşam alanlarının korunması ve yönetilmesiyle, teftiş ve araştırma, kirliliği azaltma ve halkı bu konularda uyarmakla yükümlüdür.
* Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (1992), biyolojik çeşitliliği ve öğelerini korumayı ve sürdürülebilirliklerini arttırmayı, genetik kaynakların kullanımından sağlanan faydanın eşit kullanımını desteklemeyi amaçlamaktadır. Cartagena Biogüvenlik Protokolü (2000) biyolojik çeşitliliği, modern biyo teknoloji neticesinde oluşmuş ve değişikliğe uğramış canlı organizmalar tarafından gelebilecek potansiyel risklerinden korumayı amaçlamaktadır. Ülkelere, değişikliğe uğramış canlı organizmaları ithal etme kararı almadan önce çevreye yayacakları bu oraganizmalar konusunda ön uyarı olarak bilgi verilir.
* İklim Değişikliği Taslak Anlaşması (1992) ülkeleri küresel ısınmaya ve ilgili atmosfer problemlerine sebep olan sera gazı salınımının azaltılmasından sorumlu tutar. Anlaşmanın Kyoto Protokolü (1997) ise sanayileşmiş ülkeleri 2008-2012 yılları arasında iklim değişikliği için, yasal olarak kısıtlanmış emisyon hedeflerine uluslararası bir tepki vermeyi sağlamıştır. Protokol ayrıca sanayileşmiş ülkelere emisyon azaltışlarını nasıl yapacakları ve nasıl ölçecekleri konusunda bazı esnekliklere izin veren çeşitli mekanizmalar oluşturmuştur.
* Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeyle Karşı karşıya Olan Ülkelerde, Özellikle Afrika Ülkelerinde Kuraklığa Karşı Uluslararası Mücadele Anlaşması (1994), çölleşmeye karşı mücadele etmek ve kuraklığın etkilerini azaltmak için uluslararası işbirliğini destekler.
* Karadeniz, Akdeniz ve Atlantik bölgelerindeki Deniz Memelilerini Koruma Antlaşması (1996) Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz memelilerine karşı olan tehdidi azaltmaya çalışır. Ülkelerin, memelilerin korunması için detaylı bir koruma planı hazırlamasını sağlar; avlanmalarını yasaklayaca, tesadüfen avlanmalarına mani olacak ve korunma alanları yaratacak kanunların yapılmasını öngörür.
* Uluslararası Ticarete Bazı Tehlikeli Kimyasallar ve Böcek İlaçları için Öncelikli Bilgilendirme Muvafakat Yöntemi Rotterdam Anlaşması (1988) tehlikeli kimyasal ya da böcek ilacı ihracatçılarına, ithal ettikleri maddelerin olası sağlık ve çevresel tehlikeleri hakkında ilgili ülkeleri bilgilendirme zorunluluğu getirir.
* Sürekli Organik Çevre Kirletici Maddeler Stockholm Anlaşması (2001) çok yüksek düzeyde zehirli olan, besin zincirinde de birikebilen böcek ilaçlarını, endüstriyel kimyasalları ve yan ürünlerinin atıklarının kontrolsüz olarak doğaya bırakılmasını azaltmayı ve nihai olarak da engellemeyi amaçlar.
* UNESCO’nun İnsan ve Biyosfer Programı Programı insan ile doğal kaynakların kullanımı arasında kalıcı, dengeli ve sürdürülebilir ilişkilerin kurulması amacı ile ilk defa 1970 yılında UNESCO tarafından uygulamaya konulmuştur. Programın temel uygulanma biçimini üye ülkelerde biyosfer rezervlerinin belirlenmesi oluşturmaktadır. Belirlenen biyosfer rezervleri arasında konusal ve bölgesel düzeyde işbirliği ağları oluşturularak kazanılan deneyimlerin paylaşılması, biyosfer rezervleri arasında işbirliğinin oluşturulması ve güçlendirilmesi yoluyla küresel düzeyde doğa ve doğal kaynaklardan sürdürülebilir yararlanmanın etkinleştirilmesine çalışılmaktadır.
Uluslararası Deniz Taşımacılığı Organizasyonu (IMO), denizlerdeki kirlenmeleri azaltmaya yardımcı anlaşmalar yapmıştır. 13 bölgede, UNEP tarafından yapılan anlaşmalar aracılığıyla bir dizi Bölgesel Deniz Programı hükümetlere paylaştıkları deniz ve su kaynaklarını korumalarında yardımcı olur.
Deniz Hukuku
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Anlaşması, uluslararası hukukun en kapsamlı belgelerinden biridir. 320 maddesi ve 9 eki ile dünyanın bütün okyanusları ve denizlerinin yasal yönetimini, okyanuslardaki bütün faaliyetleri ve kaynakların kullanımını kurala bağlar. Gemi seferleri, üstünde uçuşlar, keşifler yapmak, madenlerinin korunması ve denizin kirletilmesine karşı alınacak önlemler, balıkçılık ve gemiciliği kurallara bağlanmıştır. Okyanus alanı ile ilgili bütün problemlerin birbirleriyle ilgili olduğu ve bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği fikrini önemli sayar. Bir yandan denizlerle ilgili kanunları tedvin ederken diğer yandan da günümüz koşullarına uygun yeni düzenlemeler getirir. Benzersiz bir belgedir; çoğu kez “Okyanusların Anayasası” olarak adlandırılır.
Günümüzde okyanuslar ve deniz hukuku ile ilgili her faaliyetin sözleşme kurallarına uygun olması gerektiği hemen hemen tüm dünya tarafından kabul görmüştür. Anlaşma 140’tan fazla ülke tarafından kabul edilmiş veya tasdik edilmek üzeredir. Neredeyse tüm ülkeler sözleşme koşullarını kabul etmiştir.
Anlaşmanın imzaya açılmasının yirminci yıldönümü 2002 yılında Genel Kurul'un bütün üyelerinin hazır bulunduğu iki günlük toplantısıyla kutlanmıştır.
Sözleşmenin Etkisi
Ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve ilgili kararlar doğrultusunda ülkeler, sözleşmeyi bu alandaki uluslararası yasal düzenleme olarak kabul etmiştir. Sözleşme sayesinde bölgesel denizlerde 12 deniz milinin sınır olarak alınması, 200 deniz miline kadar “özel ekonomik bölge” sınırı konması ve bu bölgenin sınırları dışında kalan karasal bölgelerin kaynaklarıyla ilgili yetkiler belirlenmiştir. Ayrıca deniz trafiğinde, bölgesel denizlerde kanuni geçiş hakları ve uluslararası seferler için kullanılan dar geçitlerde transit geçiş hakları belirlenmiştir.
Anlaşmanın neredeyse evrensel olarak kabulü Genel Kurul tarafından 1994 yılında Sözleşmenin XI. Kısmının Uygulanmasına Dair Anlaşma sayesinde kolaylaştırılmıştır. Bunun neticesinde sanayileşmiş ülkelerin sözleşmeyi imzalamaktan alıkoyacak kısımları da ortadan kaldırılmıştır. Sözleşme 110’dan fazla ülke tarafından kabul edilmiştir.
Sözleşme neticesinde kıyı ülkelerinin bilimsel deniz araştırmaları, kirlenmenin durdurulması, kontrolü ve denize çıkışı olmayan ülkelerin denizden geçişi sağlanmıştır. 1995 yılındaki yapılan Bölgesel ve Göçebe Balık Anlaşması’nda da görüldüğü gibi okyanuslarla ilgili olarak ileride ortaya çıkabilecek hukuki düzenlemelerin temelini de söz konusu sözleşme düzenlemektedir.
Sözleşme, özel ekonomik bölgeler (EEZ) içerisinde, dışında ve yakınında kalan kıyı ülkelerinin balık stoklarının korunması ve yönetilmesi için bir rejim oluşturmaktadır. Bu tip bir yönetimin tedbirli bir yaklaşıma aynı zamanda da varolan en iyi bilimsel kanıta dayanması gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca ülkelerin, uzun dönemli sürdürülebilirlik sağlamada işbirliği yapmalarını ve balıkçılık kaynaklarının en iyi şekilde kullanımın artırılması, özel ekonomik bölgelerinin içinde ve dışında desteklemelerinin yasal ayrıntılarını ortaya koymaktadır.
Sözleşme Çerçevesinde Oluşturulan Kuruluşlar
Sözleşme çerçevesinde deniz hukukunun çeşitli taraflarıyla ile ilgilenmek üzere üç kurum oluşturulmuştur.
Deniz Yatağı Uluslararası Otoritesi, ulusal yetkinin dışında kalan uluslararası deniz yataklarındaki kaynaklarla ilgili çalışmaları düzenleyen ve kontrolün taraf ülkelerce yapılmasını sağlayan kurumdur. 1994 yılında kurulmuştur ve merkezi Jamaika’nın Kingston kentindedir. 2002 yılında Kurum (deniz yatağı, okyanus dibi ve toprakaltı olarak tanımlanan ulusal yetki alanı dışında kalan), Bölge’de polimetalik modüller aranması ve araştırılmasıyla ilgili düzenlemeleri içeren “madencilik kurallarını” koymuştur.
Madencilik kurallarının içine standart keşif kontratları da dahildir. İlk 15 yıllık kontratlar 2001 yılında, derin deniz yataklarındaki polimetalik modülleri araştırmalarını yapmak üzere şu öncü kuruluşlarla imzalanmıştır: State Enterprise Yuzhmorgeologiya (Rusya Federasyonu), Okyanulararası Metal Organizasyonu (Bulgaristan, Küba, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Rusya Federasyonu ve Slovakya ortak konsorsiyumu ), Kore Cumhuriyeti ve Çin Okyanus Mineralleri Araştırma ve Geliştirme Derneği (COMRA); Fransa Okyanus Araştırmaları Derneği (IFREMER)/Fransa Modüllerin Etüdü ve Araştırılması Birliği (AFERNOD), Derin Okyanus Kaynakları Araştırma Şirketi (DORD-Japonya) ve Hindistan Okyanus Geliştirme Dairesi.
Ruhsat verilmesinde öncelik Sözleşme'nin kaleme alınmasından önce polimetalik modül araştırmaları yapana kuruluşlara verilmiştir. Bunlara Enterprise dahil değildir, Enterprise, Deniz Yatağı Uluslararası Otoritesinin bir koludur. Bu kurum, madencilik kurallarında belirtildiği şekliyle bölgede çıkarılan madenlerin taşınması, pazarlanması ve işlenmesi de dahil olan aktiviteler yürütebilir.
Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi 1996’da Anlaşma’nın yorumlanması ve uygulanmasıyla ilgili meydana gelebilecek anlaşmazlıkların çözümü için kurulmuştur. Taraf ülkelerce seçilen 21 hakimden oluşur; Almanya’nın liman şehri Hamburg’da kaindir. Mahkeme ilk başvurusunu Kasım 2001’de almıştır. O zamandan bu yana, Anlaşma’yı ihlal durumundan dolayı tutuklandığı iddia edilen gemiler ve mürettebatlarının derhal serbest bırakılma taleplerini içeren 11 davaya bakmıştır. Bazı davalar yaşayan canlı türlerinin muhafazası ile ilgilidir. Örneğin güneyde bulunan ton balığı stokları, Yeni Zelanda tarafından Japonya’ya ve Avustralya tarafından Japonya’ya açılan ve Şili ve Avrupa Birliği arasındaki güney doğu Pasifik Okyanusu'ndaki kılıç balığı stokları ile ilgili davalar bunlardan bazılarıdır. Başka bir dava da İrlanda tarafından İngiltere’ye karşı açılmıştır “kullanılmış nükleer yakıtı, karışık oksit yakıt” (MOX) olarak bilinen yeni bir yakıta dönüştürmek için kurulan bir fabrikadan çıkan tehlikeli atıkların engellenmesiyle ilgilidir.
Kıta Sahanlığı Sınırları Komisyonu’nun amacı Sözleşme'nin ülkelerin 200 millik kıta sahanlığının tam sınırlarının belirlenmesi ilkesinin hayata geçirilmesidir.
Komisyon ilk oturumunu 1997 yılında Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'nde yapmıştır. Anlaşmaya taraf ülkelerce seçilmiş 21 üyesi bağımsız olarak görev yapmaktadır. Bu kişiler jeoloji, jeofizik, hidrografi, arazi ölçüm (jeodezi) uzmanlarıdır. Komisyon ilk görevini bir üye ülke olan Rusya Federasyonu'ndan Aralık 2001’de almıştır.
Taraf Ülkelerin Toplantıları
Anlaşma, her ne kadar taraf ülkelerin dönemsel konferanslar için toplanmasını öngörmese de, Genel Sekreter tarafından toplantıya çağırılan üye ülkelerin yıllık buluşmaları çeşitli konuların tartışıldığı bir forum olarak hizmet vermektedir. Görevleri içinde bu toplantılara ilave olarak, Mahkeme ve Komisyon üyelerinin seçimi, bütçe ve idari çalışmaları da vardır.
Genel Kurul, okyanus işleri ve deniz hukukuyla ilgili görevlere de bakar. 2000 yılında, bu alandaki gelişmelerin yıllık çalışmalarını kolaylaştırmak için açık uçlu, formal olmayan değerlendirme süreci kurmuştur. Yıllık olarak değerlendirilen bu süreç belirli konularda Kurul'a önerilerde bulunur. Danışmanlık süreci, genellikle üç yıllık olarak verilir; pozitif sonuçların alınması durumunda üç yıl daha uzatılır.
Uluslararası İnsani Hukuk Kuralları
Uluslararası insani hukuk savaş kurullarını, sivillerin, hasta ve yaralı savaşçılar ve savaş esirlerinin korunmasını düzenleyen prensipleri ve kuralları ihtiva eder. İnsani hukukun temellerinden birini, 1949 tarihli silahlı çatışma kurbanlarının korumasına ilişkin Cenevre Sözleşmesi ve Uluslararası Kızıl Haç Komitesi'nin himayesinde 1977 yılında eklenen iki protokol oluşturur.
Geçtiğimiz yıllarda Birleşmiş Milletler, uluslararası insani hukuk konusunu geliştirmek üzere yapılan çalışmalarda lider bir rol üstlenmiştir. Güvenlik Konseyi silahlı çatışmalarda sivillerin korunması, insan haklarının geliştirilmesi ve savaşlarda çocukların korunmasıyla yakından ilgilenmektedir. Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Suç Mahkemeleri ile aynı zamanda Doğu Timor, Sierra Leone ve Kamboçya’daki mahkemelerin kurulması insani hukukun sadece sorumluluğunun anlaşılmasını sağlamakla kalmamış aynı zamanda güçlenmesini ve giderek kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili olarak Uluslararası Suç Mahkemesi'ne, hazırlık komisyonu tarafından sunulan detaylar, uluslararası insani hukukun anlaşılmasındaki çabalardan bir diğeridir.
Birleşmiş Milletler’in siyasi forumu olan Genel Kurul bir çok metnin hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Bunların arasında, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (1948), Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçların Sınırlandırılmasına Dair Sözleşme (1968), Konvansiyonel Silahların Kullanımını Kısıtlayan Sözleşme (1980) ve dört protokolü ve Genel Kurul tarafından 1973’te kabul edilmiş olan Savaş ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlardan Suçlu Bulunan Kişilerin Belirlenmesi, Tutuklanması, İadesi ve Yargılanmasında Uluslararası İşbirliği Prensipleri vardır. Kurul ayrıca 1998 yılında Roma Uluslararası Suç Mahkemeleri Yasasını kabul eden uluslararası konferansın toplanmasını da sağlamıştır.
Uluslararası Mahkemeler
Eski Yugoslavya ve Ruanda’da kitlesel olarak ihlal edilen insan hakları neticesinde Güvenlik Konseyi’ne bu vahşetten sorumlu insanların cezalandırılması için iki mahkeme kurdurmuştur. Bu iki mahkeme, BM Anlaşma’sının VII. Bölümüne istinaden kurulmuştur ve Konsey'in yardımcı kuruluşlarıdır.
* Eski Yugoslavya için Uluslararası Suç Mahkemesi 1993 yılında kurulmuştur; dört mahkemeden oluşmaktadır (üç yargılama mahkemesi ve bir temyiz mahkemesi); savcı ve kayıt dairesidir. Tüzüğüne istinaden, dört farklı suça dava açabilir: savaş kanunlarının ve kurallarının ihlali, soykırım, ve insanlığa karşı işlenen suçlar. Mahkeme, Hollanda’nın Lahey kentindedir.
* Ruanda Uluslararası Suç Mahkemesi 1994 yılında kurulmuştur; dört mahkemeden oluşmaktadır (üç yargılama mahkemesi ve bir temyiz mahkemesi); savcı ve kayıt dairesidir. 1998 yılında, uluslararası bir mahkeme tarafından ilk kez soykırım mahkumiyetini ele alan mahkeme olmuştur. Mahkeme Tanzanya’nın Arusha kentindedir; savcının ofisi de Ruanda’nın Kigali kentindedir.
Mahkemelerin ortak bir temyiz mahkemesi ve ortak bir savcısı vardı. Bir çok yargılama davalarına bakmışlar ve 150’den fazla kişiyi sorguya çekmişlerdir. Ağustos 2001’de Güvenlik Konseyi her Mahkeme'nin kendi savcısı olmasına karar vermiştir.
Sierra Leone Özel Mahkemesi bağımsız bir yasal kuruluştur ve Ocak 2002’de, Sierra Leone ve Birleşmiş Milletler arasındaki antlaşmaya uygun olarak kurulmuştur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve diğer uluslararası insan hukuku ihlalleri, aynı zamanda da 30 Kasım 1996’dan beri Sierra Leone bölgesinde geçerli olan Sierra Leone yasalarınca belirtilen suçları işleyenleri cezalandırmak için kurulmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri savcıyı ve kayıtçıyı atar. Genel Sekreter ve Sierra Leone hükümeti hem yargı hem de temyiz mahkemelerinin hakimlerini belirler.
Uluslararası Terorizm
Birleşmiş Milletler terörizm konusuna hem yasal hem de politik seviyede özellikle dikkat çekmektedir.
BM ve Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO), Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IEAE) gibi kurumları terörizme karşı temel yasal gereklilikleri içeren bir uluslararası sözleşmeler ağı oluşturmuştur. Bunlar:
* Uçaklarda İşlenen Suçlar ve Diğer Eylemlerle İlgili Sözleşme(Tokyo,1963).
* Uçakların Yasadışı Olarak Ele Geçirilmesinin Önlenmesi Sözleşmesi (Hague 1970)
* Sivil Havacılığın Güvenliğine Karşı Kanunsuz Hareketlerin Önlenmesi Sözleşmesi (Montreal, 1971).
* Diplomatlar ve Uluslararası Korunan Kişilere Karşı İşlenen Suçların Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (New York, 1973).
* Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Hakkındaki Sözleşme (Viyana 1988)
* Uluslararası Sivil Havacılığa Hizmet Veren Havaalanlarında Kanunsuz Şiddet Eylemlerinin Önlenmesi ile İlgili Protokol (Montreal, 1988).
* Denizcilik Seyrüsefer Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesi Sözleşmesi (Roma, 1988).
* Kıta Sahanlığı Üzerinde Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Kanunsuz Eylemlerin Önlenmesi Protokolü (Roma, 1988).
* Plastik Patlayıcıların Tesbit Edilmesi Amacıyla İşaretlenmesi Hakkında Sözleşme (Montreal, 1991).
Genel Kurul ayrıca aşağıdaki dört sözleşmeyi de hazırlamıştır:
* Rehin Alma Olaylarına Karşı Uluslararası Sözleşme'sine (1979) taraf ülkeler, rehin alma olaylarını cezaya tabi bir suç olarak kabul etmişlerdir . Taraf ülkeler kendi topraklarında belli eylemleri yasaklamak, bilgiyi paylaşmak ve herhangi bir ceza soruşturması ya da iade işlemlerinin yapılasına imkan tanımakla yükümlüdür. Şayet taraf ülke bir suçluyu iade etmiyorsa, cezalandırma için kendi yetkililerine davayı devretmelidir.
* Birleşmiş Milletler ve BM Personelinin Güvenliği Sözleşmesi (1994), BM personeline karşı düzenlenen ölümle ve yaralanmalarla sonuçlanan bir çok saldırıyı takiben Genel Kurul tarafından yürürlüğe konmuştur.
* Terörist Bombalamaların Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (1997). Taraf ülkelere, terörist bombalamalar yüzünden aranan kişilere güvenli sığınaklar verilmemesini, bu kişilerin iade edilmesi talebinde bulunan ülkeye iade edilmedikleri taktirde bulundukları taraf ülkede yargılanmaları yükümlülüğü gerekir.
* Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (1999), taraf ülkelere terörist eylemleri finanse etmekle suçlanan kişileri yargılamaları ya da iade etmelerini şart koşar ve bankaların şüpheli görünen işlemlerin açıklanması için kurallar koymasını taleb eder.
Kurul tarafından 1996 yılında kurulan bir komite, uluslararası nükleer terörizm eylemlerinin önlenmesini ve uluslararası terörizme kapsamlı mücadeleyi öngören bir sözleşmeyi yürürlüğe koymuştur.
Genel Kurul 1994 yılında Uluslararası Terörizmin Önlenmesi Tedbirleri Bildirgesi’ni kabul etmiştir. 1996 yılında ise, 1994 Bildirgesini Tamamlayıcı İhtiyari Bildirgesi’ni yürürlüğe koymuştur ki bu deklarasyon her nerede ve her kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin terörizmin her türlü davranış ve uygulamasını suç ve affedilemez kabul etmektedir. Genel Kurul, ülkeleri ulusal ve uluslararası seviyede terörizmi engellemek için önlemler almaya zorlamaktadır.
Diğer Yasal Sorular
Genel Kurul diğer başka sorular içinde yasal düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Bunların arasında; Paralı Askerlerin İşe Alınması, Kullanılması, Finansmanı ve Eğitilmesine Karşı Uluslararası Sözleşme (1989), Herhangi bir şekilde Tutukluluk ya da Hapsedilen Kişilerin Korunması için Prensipler Bütünü (1988) ve Uluslararası İlişkilerde Tehdit ya da Güç Kullanımından Kaçınma Prensiplerinin Etkinliğini Geliştirme Bildirisi (1987) vardır.
Genel Kurul tarafından 1974 yılında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve Organizasyonun Rolünün Güçlendirilmesi Özel Komitesi’nin önerileriyle Kurul, bir çok uluslararası düzenlemeyi yürürlüğe koymuştur. Bunların arasında; Ülkeler Arasındaki Anlaşmazlıkların Çözümünde Model Kurallar (1995), Birleşmiş Milletler ve Bölgesel Antlaşmalar ya da Kurumlar Arasında Uluslararası Barış ve Güvenliğin Korunmasına dair İşbirliğinin Geliştirilmesi Deklarasyonu (1994), Uluslararası Barış ve Güvenliğin Korunmasına Dair Yollar Bulunması Deklarasyonu (1991), Uluslararası Barış ve Güvenliği Tehdit Edebilecek Çatışmaların ve Durumların Engellenmesi ve Ortadan Kaldırılması ve Bu Alanda Birleşmiş Milletlerin Rolü Deklarasyonu (1988) ve Uluslararası Çatışmalara Barışçıl Çözümler Deklarasyonu (1982) vardır.
BM Anlaşması’nın 102. Maddesi gereğince üye ülkeler, Birleşmiş Milletlere üyelikleri ile birlikte uluslararası antlaşmalara da taraf olmalıdırlar. Birleşmiş Milletler Yasal İşler Ofisi anlaşmaların ve sözleşmelerin kaydedilmesi, saklanması ve yayımlanmasından sorumludur. Birleşmiş Milletler Sözleşme Dizilerini yayımlar ki bunlar 50.000den fazla antlaşmayı ve ilgili bilgileri içermektedir. Ayrıca, Genel Sekretere Emanet Edilmiş Çokuluslu Antlaşmalar’ı yayımlar ve burada üye ülkeler tarafından imzalanan 500 belli başlı antlaşma bulunmaktadır. (bkz. http:/untreaty.un.org )
ULUSLARARASI HUKUK
» SAYFA BAŞINA GİT
» ANA SAYFAYA GİT
Birleşmiş Milletler'in en önemli başarıları arasında ekonomik ve sosyal kalkınma, uluslararası barış ve güvenliğin gelişimine ciddi oranda katkıda bulunan uluslararası kanunların – teamüller, antlaşmalar ve standartlar – geliştirilmesi bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler sayesinde varılan bir çok anlaşma ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukun temellerini oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler tüm insanların günlük yaşantılarını olumlu yönde etkileyen söz konusu faaliyetlerine sessiz ama kararlı adımlarla devam etmektedir.
Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın Teşkilat’a uluslararası anlaşmazlıklara hakemlik ve hukuki antlaşmalar (Madde 33) çerçevesinde barışçıl çözümler bulma ve uluslararası hukukun gelişimini ve tedvinini destekleme (Madde 13) görevi vermiştir. Yıllar boyunca, Birleşmiş Milletler 500’den fazla çok taraflı anlaşmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Söz konusu anlaşmalar ülkeler arasında geniş ortak yaklaşıma işaret etmekte ve anlaşmaları ihlal eden ülkelere yasal kısıtlamalar getirebilmektedir.
Bir çok alanda, Birleşmiş Milletler'in hukuk konusundaki çalışmaları öncü girişimler olmuş ve uluslararası boyutlara ulaşan sorunlara çözümler bulmuştur. Öne çıkan çabalar arasında çevrenin korunması, göçmen iş gücünün kontrolü, uyuşturucu trafiği ve terörizm ile mücadele gibi alanlar vardır. Uluslararası hukuk, insan hakları ve uluslararası insani yardım hukuku dahil geniş bir yelpazeyi içerisine alarak genişlediği için, BM’ye bu alanda verilen görev bugün de devam etmektedir.
Anlaşmazlıkların Hukuki Yolla Çözümü
Birleşmiş Milletler'in ihtilafların çözümlenmesi için oluşturulan organı Uluslararası Adalet Divanı’dır. Lahey Divanı olarak bilinen divan, 1946 yılında kurulmuştur. 2003 yılının sonunda, üye ülkelerden gelen 78 ihtilafla ilgili karar vermiş ve Birleşmiş Milletler kuruluşlarından gelen taleplerle ilgili olarak 24 görüş bildirilmiştir. Bir çok konu tüm Divan tarafından ele alınmaktadır; fakat 1981 yılından beri tarafların istekleri üzerine altı dava özel kurullara sevk edilmiştir ( Divan’ın web sitesine bakınız; www.icj-cij.org ).
Divan’ın baktığı davalarda, ekonomik haklar, geçiş hakları, gücün kullanılmaması, ülkelerin iç işlerine karışılmaması, diplomatik ilişkiler, rehine almak, sığınma ve tabiyet hakkını içeren uluslararası konuları ele almıştır. Ülkeler aralarındaki fikir ayrılıklarına tarafsız hukuki bir çözüm getirilmesi için Divan’a baş vururlar. Divan, kara ve deniz sınırları ve bölgesel özerklik gibi konulara barışçıl çözümler getirerek, antlaşmazlıkların tırmanmasını önlemektedir.
Divan’ın, 2002 yılında Kamerun ve Nijerya arasındaki petrol zengini Bakassi yarım adası tüm kara ve deniz sınırlarının hükümranlık hakları ile ilgili anlaşmazlığı ele aldığı dava, bölgesel konularla ilgili çok tipik bir örnek teşkil etmektedir. Divan sayesinde sorun barışçıl yollardan çözülebilmiştir. Divan, aynı başlarında Endonezya ve Malezya arasında Celebes Denizi'ndeki iki ada ile ilgili anlaşmazlığı da çözmüş ve adaları Malezya’ya vermiştir. 2001 yılında Divan, Katar ve Bahreyn arasında ilişkilerini geren deniz sınırı ve özerklik ile ilgili bir antlaşmazlığı da sona erdirmiştir.
Divan 1999 yılında, Botswana ve Namibya arasındaki hassas bir kara sınırı anlaşmazlığını her iki ülke tarafından da kabul edilen bir kural ile çözmüştür. 1992 yılında El Salvador ve Honduras arasında neredeyse bir asır boyunca süren, 1969 yılında kısa fakat kanlı bir savaşa neden olan bir anlaşmazlığı karara bağlamıştır. 1994 yılında, Libya ve Çad bölgelerinin, 1955 yılında Libya ve Fransa arasındaki anlaşma ile tanımlanmasını kabul etmeyerek; müştereken Divan’a gitmişlerdir. Sonuç olarak Libya, Çad ile olan güney sınırından güçlerini geri çekmiştir.
Çatışmalar ya da siyasi karışıklıklarla ilgili çok çeşitli konular Divan'a getirilmektedir. 1980 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Tahran’daki elçiliğine el koyulması ve çalışanlarının tutuklanmasından ortaya çıkan bir durumu Divan’a getirmiştir. Divan, İran’ın tutukluları serbest bırakması, elçiliği geri vermesi ve onarımını sağlaması gerektiğini belirtmiştir. Fakat Divan onarım miktarını belirlemeden önce, dava iki ülkenin anlaşması sonunda geri çekilmiştir. 1989 yılında İran, bir İran Havayolları uçağının Amerika Birleşik Devletleri savaş gemisi tarafından vurulmasını kınamış ve Amerika Birleşik Devletleri'nin İran’a tazminat ödenmesini talep etmiştir. Dava, taraflar arasında bir tazminat anlaşmasının yapılmasını takiben 1996 yılında kapanmıştır.
Nikaragua 1986 yılında, “kontralara” verdiği destekle ilgili olarak Amerika Birleşik Devletleri'ni dava etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin tazminat ödemesi gerektiğine karar verilmiş; fakat 1991 yılında miktar belirlenmeden önce Nikaragua, davanın düşmesini talep etmiştir.
Libya 1992 yılında – biri İngiltere’ye diğeri de Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı olan iki dava açmıştır. Dava, 1988 yılında Pan Amerikan Havayolları'nın 103 sefer sayılı uçuşunun İskoçya’nın Lockerbie kenti üzerinde düşmesi ile ilgilidir. Eylül 2003’de taraflar arasında anlaşmaya varılmasını takiben davalar, Divan’ın gündeminden çıkarılmıştır.
Bosna ve Hersek 1993 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ne (Sırbistan Karabağ) karşı, Soykırımın Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmes'nin uygulanmasına dair bir davayı getirmiştir. Divan, taraflara soykırımın ve anlaşmazlığın büyümesini engellemeleri çağrısı yapmıştır ve dava hala devam etmektedir.
Divan 1996 yılında, Amerika Birleşik Devletleri savaş gemilerinin Iran petrol platformlarını tahrip edilmesiyle ilgili 1992 yılına ait bir davaya ait kararına yapılan itirazları reddetmiştir. Kasım 2003’te Divan, Amerika Birleşik Devletleri'ne davranışlarının kendi ulusal güvenlik gerekliliklerini korumak için yeterli neden olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmiştir. Fakat, bu davranışların ticaret özgürlüğünü ihlal etmediğinden, Iran’ın tazminat talebi kabul edilmemiştir. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin karşı davasını da reddetmiştir.
Ülkeler, ekonomik haklarla ilgili sorularını da Divan’a getirirler. 1995 yılında, Kanada ve Avrupa Birliği arasında balıkçılık üzerine bir anlaşmazlıktan kaynaklanan bir davanın görüldüğü bir sırada, Kanada’nın karasularında avlanan bir İspanyol balıkçı gemisine el koyması üzerine İspanya, Kanada’ya karşı bir dava açmıştır. Daha yakın zamanlarda Lichtenstein, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın el koyduğu bazı mal varlıkları ile ilgili olarak bir dava açmıştır.
Tuna Nehri üzerinde 1997 yılında bir baraj sisteminin kurulmasını öngören anlaşmanın geçerliliğiyle ilgili olarak Macaristan ve Slovakya tarafından dava açılmıştır. 1997 yılında Divan, tarafların her ikisininde kuralları bozduğunu ve aralarındaki anlaşmaya uymaları gerektiğini beyan etmiştir.
Geçen on yıl içerisinde, Divan’a başvurulan davaların sayısında belirgin bir artma olmuştur. 1970’lerde, Divan gündeminde bir ya da iki dava varken, 1990 ile 1997 yılları arasında bu sayı 9 ila 13 arasında değişmiştir. Son dönemlerde davaların sayısı 20’ye çıkmıştır. 2003 yılının sonunda, Divan gündeminde bekleyen 22 dava vardı ve bunlardan birisi aktif değerlendirme safhasındaydı.
Divan, Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul, Birleşmiş Milletler'in hizmetinde iken meydana gelen kazaların tazminatı, Batı Sahra’nın bölgesel durumu, barışgücü operasyonlarının harcamaları ve daha yakın bir zamanda BM insan hakları raportörlerinin statüsü ile ilgilenmek olmuştur. 1996 yılında Genel Kurul ve Dünya Sağlık Örgütü'nün önerisi üzerine nükleer silahların kullanılması ya da tehdidin yasallığıyla ilgili olarak iki karar alınmıştır.
Güvenlik Konseyi 1971 yılında Divan’dan, Güney Afrika’nın Nambiya’daki varlığının yasal olmadığı ve Güney Afrika’nın geri çekilerek işgale son vermesi gerektiği kararını almasını rica etmiştir ve bu karar sonunda da Nambiya 1990 yılında özgürlüğüne kavuşmuştur.
Uluslararası Hukukun Geliştirilmesi ve Yasallaştırılması
Uluslararası Hukuk Komisyonu, Genel Kurul tarafından 1947 yılında, uluslararası hukukun geliştirilmesi ve tedvini için kurulmuştur. Komisyon, Genel Kurul tarafından 5 yıllığına seçilen 34 üyeden oluşmakta ve yılda bir kere toplanmaktadır. Üyeler dünyanın başlıca yasal sistemlerini temsil etmekte ve kendi hükümetlerinin temsilcileri olarak değil; icra ettikleri görevin uzmanı olarak hizmet vermektedirler. Komisyon ülkeler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili pek çok konuyla ilgilenmektedir.
Komisyonun çalışmalarının büyük bölümünü uluslararası hukukun vecheleri için taslakların hazırlanması oluşturur. Bazı konular Komisyon tarafından seçilir; diğerleri de Genel Kurul tarafından getirilir. Komisyon bir konu üzerindeki çalışmalarını tamamladığında Genel Kurul taslağı kurallara çevirmek için yetkili kişileri çağırarak uluslararası bir konferans düzenler. Daha sonra taslak, ülkelere taraf olmaları için açılır. Bu, ülkelerin gönüllü olarak bu koşulları kabul etmeleri demektir. Bu kuralların bazıları ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal altyapıyı oluşturur. Örneğin:
* Uluslararası Su Yollarının Deniz Seferleriyle İlgili Olmayan Kullanımı Hukukunun Kuralları Anlaşması, iki ya da daha fazla ülke tarafından paylaşılan su yollarının eşit ve mantıklı kullanımını düzenler. 1997 yılında Genel Kurul tarafından kabul edilmiştir.
* Ülkeler ve Uluslararası Organizasyonlar Arasında veya Uluslararası Organizasyonlar Arasındaki Hukuk Kuralları Anlaşması, 1986 yılında Viyana’da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Ülke Varlıklarının Kime Miras Kalacağını Gösteren Anlaşma, Arşivler ve Borçlar, 1983 yılında Viyana’da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Diplomatik Temsilciler ve Uluslararası Korunan İnsanlara Karşı Suç İşlenmesinin Önlenmesi ve İşlenen Suçların Cezalandırılması Anlaşması, Genel Kurul tarafından 1973 yılında kabul edilmiştir.
* Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, 1969 yılında Viyana da bir konferansta kabul edilmiştir.
* Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi (1961) ve Konsolosluk İlişkileri Sözleşmesi (1963) Viyana da düzenlenen bir konferansta kabul edilmiştir.
Komisyon 1999 yılında bir ülkenin dağılması ya da bir bölgenin ayrılması gibi durumlarda kişilerin ülkesiz kalmasına mani olmak için bir deklarasyon taslağını kabul etmiştir. Ülkelerin sorumluluklarını yerine getirmeleri Komisyon'un 1949 senesinde ilk döneminden itibaren çalışmalarının ana konusu olmuştur. 2001 yılında, çalışmalarını “Uluslararası Yanlış Davranışlarda Ülkelerin Sorumluluğu” kanun taslağını kabul etmiştir. Gene 2001 yılında, komisyon, sınır ötesi tehlikeli faaliyetlerin men edilmesi konusunda kanun tasarılarını da kabul etmiştir. Şu anda komisyon, uluslararası hukuk ile men edilmemiş, zaman zaman sınırları da aşan zarar verici davranışlardan doğan sorumluluk konusunda çalışmaktadır.
Komisyonun ilgilendiği diğer konular: ülkelerin tek taraflı davranışları, diplomatik korunma, anlaşmalara tereddüt, uluslararası organizasyonların sorumlulukları, ülkeler tarafından paylaşılan ortak doğal kaynaklar ve uluslararası hukukun dağılması, uluslararası hukukun genişlemesi ve farklılaşması neticesinde ortaya çıkan zorluklara odaklanmasıdır. (Komisyon’un web sitesine bakınız, www.un.org/law/ilc/index.htm)
Uluslararası Ticaret Hukuku
Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Komisyonu (UNCITRAL) uluslararası ticaret hukukunu dengelemek için anlaşmalar geliştirerek; model kanunlar, kurallar ve yasal yönetmelikler hazırlayarak dünya ticaretini kolaylaştırmaktadır. 1966 yılında Genel Kurul tarafından oluşturulan bu 60 ülkelik yapı dünyanın coğrafi bölgelerinin ve temel ekonomik ve hukuki yapılarının temsilcilerini bir araya getirir. Yıllardır, UNCITRAL uluslararası ticaret hukukunda BM’in merkez kurumu olmuştur. Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Ticaret Hukuku Bölümü-Hukuki İşler Birimi, UNCITRAL’ın sekreteryası olarak hizmet vermektedir.
Komisyon, 37 yıllık tarihinde hukukun çeşitli alanlarında kabul gören temel olarak benimsenmiş metinler geliştirmiştir. Bunlar; UNCITRAL Arabuluculuk Kuralları (1976); UNCITRAL Uzlaştırma Kuralları (1980); Malların Uluslararası Satış Kontrat Kuralları (1980); UNCITRAL Uluslararası Ticari Arabuluculuk Model Kanunu (1985); UNCITRAL Malların Satın Alınması, İmalatı ve Hizmetleri Model Kanununu (1994); UNCITRAL Arabuluculuk Prosedürlerinin Düzenlenmesi üzerine Notlar (1996); ve Elektronik Ticaret Model Kanununu (1996) içermektedir.
Diğer dikkate değer metinler; Malların Uluslararası Satışında Kısıtlamalar Sözleşmesi (1974), Birleşmiş Milletler Denizaşırı Mal Taşıma Sözleşmesi (Hamburg Kuralları) (1978), Birleşmiş Milletler Uluslararası Kambiyo ve Uluslararası Bonolar Sözleşmesi (1988), UNCITRAL Endüstriyel Çalışmaların Yapımı için Uluslararası Kontratların Hazırlanması Yasal Rehberi (1988), Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticarette Taşımacılık Merkezlerinin Yöneticilerinin Sorumlulukları Sözleşmesi (1991), UNCITRAL Uluslararası Karşılıklı Ticaret İşlemler Yasal Rehberi (1992), Birleşmiş Milletler Bağımsız Garantiler ve Krediler için Destek Mektupları Sözleşmesi (1995) ve UNCITRAL Sınırlararası Borç Ödeyememe Model Kanunu (1997) dur.
Daha yakın zamanda hazırlanan metinler ise şunlardır; Özel olarak Finanse Edilmiş Altyapı Projelerinin Yasal Rehberi (2000), Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticarette Alacakların Değerlenmesi Sözleşmesi (2001), UNCITRAL Elektronik Ticaret Model Yasası (2001), UNCITRAL Uluslararası Ticari Uzlaşma Model Yasası (2002).
Komisyonun şimdiki çalışmaları; UNCITRAL Özel olarak Finanse Edilmiş Altyapı Projeleri Yasal Rehberini düzenlemek için yasal model taslaklarının hazırlanması; UNCITRAL Metinleri Örnek Kanunlarının hazırlanması ve basılması; iflas kanunları üzerine yasal rehber taslağı; malların deniz aşırı taşınması üzerine bir taslak çalışma; sigorta faizleri için bir yasal rehber taslağı hazırlanmasını içermektedir. Çalışmalar ayrıca uluslararası elektronik anlaşmalarla ilgili uluslararası düzenlemelerin hazırlanması ve uluslararası ticaretle ilgili olarak varolan araçlarda elektronik ticarete yönelik muhtemel yasal engellerin kaldırılmasının yollarının değerlendirilmesiyle devam etmektedir.
İlaveten, UNCITRAL Uluslararası Ticaret Mahkemesi Arbitraj Model Kanunu (1985) ve Yabancı Arbitraj Tazminatlarının Uygulamaya Konması (1958) Sözleşmesinde belirtildiği gibi önerilerin yazılmasıyla ilgili konulara, aynı zamanda UNCITRAL Uluslararası Ticaret Uyuşmazlıkları Model Kanununun 17. Maddesinin değiştirilmesi için korunmacı yaklaşımların geçici ölçütlerinin belirlenmesi ve yürürlüğe konmasıyla ilgili yeni bir madde üzerinde çalışmaktadır.
Çevre Hukuku
Birleşmiş Milletler uluslararası çevre hukukunun geliştirilmesi için önemli çevre anlaşmalarını destekleyerek çevrenin korumasına öncülük etmektedir. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) bu anlaşmaların bir çoğunu yönetmektedir; bazı anlaşmalar da başka kurumlarca yönetilmektedir.
* Uluslararası Önemi Olan Sulak Alanlardaki Su Kuşlarının Doğal Ortamı Anlaşması (1971), ülkelerin kendi yönetimleri altında olan sulak alanları akıllıca kullanmalarını ön görmektedir. Bu anlaşma Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu (UNESCO) tarafından desteklenmektedir.
* Dünyanın Kültür ve Doğal Mirasının Korunmasıyla İlgili Anlaşma (1972), ülkelerin eşsiz doğal ve kültürel alanlarını korumalarını ön görmektedir. Yine UNESCO tarafından desteklenmektedir.
* Yok Olma Tehlikesi Altındaki Yabani Hayvanların ve Bitki Örtüsünün Korunması Anlaşması (1973), seçilmiş yabani hayvan ve bitki türlerinin ve ürünlerinin yaşamlarının devamı için uluslararası ticareti kotalar ya da kesin yasakları kontrol eder.
* Göçebe Yabani Hayvan Türlerinin Korunması için Bonn Anlaşması (1979) ve buna bağlı bölgesel ve türlerine göre anlaşmalar neticesinde kara, hava ve deniz yoluyla göçen türleri ve onların yaşama alanlarını korumayı amaçlar.
* Sınırötesi Uzun Dönemli Hava Kirliliği Anlaşması (Asit Yağmurları Anlaşması) (1979) ve protokolleri Avrupa Ekonomik Komisyonu’nun (ECE) himayesinde müzakere edilmiştir ve Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hava kirliliğinin kontrolünü ve azaltılmasını sağlar.
* Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Anlaşması (1982) denizcilikle ilgili çeşitli konuları düzenler. Bunlar sivil ve askeri deniz kuvvetlerinin denizlerdeki seyir haklarını, deniz kıyılarının ve ortamının korunmasını, canlı ve cansız kaynakların haklarını ve deniz bilim araştırmalarını kapsar.
* Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Anlaşması (1985), Montreal Protokolü (1987) ve değişiklikleri, güneşin zararlı ültraviyole ışınlarından koruyucu olan ozon tabakasına yapılacak tahribatların azaltılmasını amaçlar.
* Tehlikeli Atıklar ve İmhalarının Sınırlar Arası Hareketinin Kontrolü için Basel Anlaşması (1989) ve değişiklikleri ile tehlikeli atıkların sınır aşırı taşınması ve boşaltılmasını azaltmak; zararlı atıkların ve toksitlerinin miktarını azaltmak ve üretim noktasına en yakın yerde çevreye uygun bir şekilde temizlenmeleri öngörülmektedir. Ülkeler 1999 yılında tehlikeli atıkların sınır ötesi taşınmasının sonuçları için sorumluluklarını ve tazminatları belirleyen bir protokolü kabul etmişlerdir.
* Montreal Protokolünün Uygulanmasına Dair Çok Taraflı Fonlar (1991), Bu fon madde 5 ülkeleri olarak tanımlanan gelişmekte olan ülkelere ozon tabakasını bozan maddelerin tüketimi ve üretimine limit getirerek, söz konusu ülkelerin protokole uymalarına yardım eder. 5. maddeye dahil olmayan ülkelerin, çok taraflı fonlara ödenekleri Birleşmiş Milletler kararlarına göre değerlendirilmektedir.
* Baltık ve Kuzey Denizinde Yaşayan Küçük Memelilerin Korunması Anlaşması (1991) Göçebe Türler Anlaşması himayesinde küçük memelilerinin etkili bir şekilde korunmasını sağlamak ve yaşamlarını devam ettirmek için taraflar arasında bir görüş birliği oluşturmayı amaçlar. Taraf ülkeler bu memelilerin yaşam alanlarının korunması ve yönetilmesiyle, teftiş ve araştırma, kirliliği azaltma ve halkı bu konularda uyarmakla yükümlüdür.
* Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (1992), biyolojik çeşitliliği ve öğelerini korumayı ve sürdürülebilirliklerini arttırmayı, genetik kaynakların kullanımından sağlanan faydanın eşit kullanımını desteklemeyi amaçlamaktadır. Cartagena Biogüvenlik Protokolü (2000) biyolojik çeşitliliği, modern biyo teknoloji neticesinde oluşmuş ve değişikliğe uğramış canlı organizmalar tarafından gelebilecek potansiyel risklerinden korumayı amaçlamaktadır. Ülkelere, değişikliğe uğramış canlı organizmaları ithal etme kararı almadan önce çevreye yayacakları bu oraganizmalar konusunda ön uyarı olarak bilgi verilir.
* İklim Değişikliği Taslak Anlaşması (1992) ülkeleri küresel ısınmaya ve ilgili atmosfer problemlerine sebep olan sera gazı salınımının azaltılmasından sorumlu tutar. Anlaşmanın Kyoto Protokolü (1997) ise sanayileşmiş ülkeleri 2008-2012 yılları arasında iklim değişikliği için, yasal olarak kısıtlanmış emisyon hedeflerine uluslararası bir tepki vermeyi sağlamıştır. Protokol ayrıca sanayileşmiş ülkelere emisyon azaltışlarını nasıl yapacakları ve nasıl ölçecekleri konusunda bazı esnekliklere izin veren çeşitli mekanizmalar oluşturmuştur.
* Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeyle Karşı karşıya Olan Ülkelerde, Özellikle Afrika Ülkelerinde Kuraklığa Karşı Uluslararası Mücadele Anlaşması (1994), çölleşmeye karşı mücadele etmek ve kuraklığın etkilerini azaltmak için uluslararası işbirliğini destekler.
* Karadeniz, Akdeniz ve Atlantik bölgelerindeki Deniz Memelilerini Koruma Antlaşması (1996) Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz memelilerine karşı olan tehdidi azaltmaya çalışır. Ülkelerin, memelilerin korunması için detaylı bir koruma planı hazırlamasını sağlar; avlanmalarını yasaklayaca, tesadüfen avlanmalarına mani olacak ve korunma alanları yaratacak kanunların yapılmasını öngörür.
* Uluslararası Ticarete Bazı Tehlikeli Kimyasallar ve Böcek İlaçları için Öncelikli Bilgilendirme Muvafakat Yöntemi Rotterdam Anlaşması (1988) tehlikeli kimyasal ya da böcek ilacı ihracatçılarına, ithal ettikleri maddelerin olası sağlık ve çevresel tehlikeleri hakkında ilgili ülkeleri bilgilendirme zorunluluğu getirir.
* Sürekli Organik Çevre Kirletici Maddeler Stockholm Anlaşması (2001) çok yüksek düzeyde zehirli olan, besin zincirinde de birikebilen böcek ilaçlarını, endüstriyel kimyasalları ve yan ürünlerinin atıklarının kontrolsüz olarak doğaya bırakılmasını azaltmayı ve nihai olarak da engellemeyi amaçlar.
* UNESCO’nun İnsan ve Biyosfer Programı Programı insan ile doğal kaynakların kullanımı arasında kalıcı, dengeli ve sürdürülebilir ilişkilerin kurulması amacı ile ilk defa 1970 yılında UNESCO tarafından uygulamaya konulmuştur. Programın temel uygulanma biçimini üye ülkelerde biyosfer rezervlerinin belirlenmesi oluşturmaktadır. Belirlenen biyosfer rezervleri arasında konusal ve bölgesel düzeyde işbirliği ağları oluşturularak kazanılan deneyimlerin paylaşılması, biyosfer rezervleri arasında işbirliğinin oluşturulması ve güçlendirilmesi yoluyla küresel düzeyde doğa ve doğal kaynaklardan sürdürülebilir yararlanmanın etkinleştirilmesine çalışılmaktadır.
Uluslararası Deniz Taşımacılığı Organizasyonu (IMO), denizlerdeki kirlenmeleri azaltmaya yardımcı anlaşmalar yapmıştır. 13 bölgede, UNEP tarafından yapılan anlaşmalar aracılığıyla bir dizi Bölgesel Deniz Programı hükümetlere paylaştıkları deniz ve su kaynaklarını korumalarında yardımcı olur.
Deniz Hukuku
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Anlaşması, uluslararası hukukun en kapsamlı belgelerinden biridir. 320 maddesi ve 9 eki ile dünyanın bütün okyanusları ve denizlerinin yasal yönetimini, okyanuslardaki bütün faaliyetleri ve kaynakların kullanımını kurala bağlar. Gemi seferleri, üstünde uçuşlar, keşifler yapmak, madenlerinin korunması ve denizin kirletilmesine karşı alınacak önlemler, balıkçılık ve gemiciliği kurallara bağlanmıştır. Okyanus alanı ile ilgili bütün problemlerin birbirleriyle ilgili olduğu ve bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği fikrini önemli sayar. Bir yandan denizlerle ilgili kanunları tedvin ederken diğer yandan da günümüz koşullarına uygun yeni düzenlemeler getirir. Benzersiz bir belgedir; çoğu kez “Okyanusların Anayasası” olarak adlandırılır.
Günümüzde okyanuslar ve deniz hukuku ile ilgili her faaliyetin sözleşme kurallarına uygun olması gerektiği hemen hemen tüm dünya tarafından kabul görmüştür. Anlaşma 140’tan fazla ülke tarafından kabul edilmiş veya tasdik edilmek üzeredir. Neredeyse tüm ülkeler sözleşme koşullarını kabul etmiştir.
Anlaşmanın imzaya açılmasının yirminci yıldönümü 2002 yılında Genel Kurul'un bütün üyelerinin hazır bulunduğu iki günlük toplantısıyla kutlanmıştır.
Sözleşmenin Etkisi
Ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve ilgili kararlar doğrultusunda ülkeler, sözleşmeyi bu alandaki uluslararası yasal düzenleme olarak kabul etmiştir. Sözleşme sayesinde bölgesel denizlerde 12 deniz milinin sınır olarak alınması, 200 deniz miline kadar “özel ekonomik bölge” sınırı konması ve bu bölgenin sınırları dışında kalan karasal bölgelerin kaynaklarıyla ilgili yetkiler belirlenmiştir. Ayrıca deniz trafiğinde, bölgesel denizlerde kanuni geçiş hakları ve uluslararası seferler için kullanılan dar geçitlerde transit geçiş hakları belirlenmiştir.
Anlaşmanın neredeyse evrensel olarak kabulü Genel Kurul tarafından 1994 yılında Sözleşmenin XI. Kısmının Uygulanmasına Dair Anlaşma sayesinde kolaylaştırılmıştır. Bunun neticesinde sanayileşmiş ülkelerin sözleşmeyi imzalamaktan alıkoyacak kısımları da ortadan kaldırılmıştır. Sözleşme 110’dan fazla ülke tarafından kabul edilmiştir.
Sözleşme neticesinde kıyı ülkelerinin bilimsel deniz araştırmaları, kirlenmenin durdurulması, kontrolü ve denize çıkışı olmayan ülkelerin denizden geçişi sağlanmıştır. 1995 yılındaki yapılan Bölgesel ve Göçebe Balık Anlaşması’nda da görüldüğü gibi okyanuslarla ilgili olarak ileride ortaya çıkabilecek hukuki düzenlemelerin temelini de söz konusu sözleşme düzenlemektedir.
Sözleşme, özel ekonomik bölgeler (EEZ) içerisinde, dışında ve yakınında kalan kıyı ülkelerinin balık stoklarının korunması ve yönetilmesi için bir rejim oluşturmaktadır. Bu tip bir yönetimin tedbirli bir yaklaşıma aynı zamanda da varolan en iyi bilimsel kanıta dayanması gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca ülkelerin, uzun dönemli sürdürülebilirlik sağlamada işbirliği yapmalarını ve balıkçılık kaynaklarının en iyi şekilde kullanımın artırılması, özel ekonomik bölgelerinin içinde ve dışında desteklemelerinin yasal ayrıntılarını ortaya koymaktadır.
Sözleşme Çerçevesinde Oluşturulan Kuruluşlar
Sözleşme çerçevesinde deniz hukukunun çeşitli taraflarıyla ile ilgilenmek üzere üç kurum oluşturulmuştur.
Deniz Yatağı Uluslararası Otoritesi, ulusal yetkinin dışında kalan uluslararası deniz yataklarındaki kaynaklarla ilgili çalışmaları düzenleyen ve kontrolün taraf ülkelerce yapılmasını sağlayan kurumdur. 1994 yılında kurulmuştur ve merkezi Jamaika’nın Kingston kentindedir. 2002 yılında Kurum (deniz yatağı, okyanus dibi ve toprakaltı olarak tanımlanan ulusal yetki alanı dışında kalan), Bölge’de polimetalik modüller aranması ve araştırılmasıyla ilgili düzenlemeleri içeren “madencilik kurallarını” koymuştur.
Madencilik kurallarının içine standart keşif kontratları da dahildir. İlk 15 yıllık kontratlar 2001 yılında, derin deniz yataklarındaki polimetalik modülleri araştırmalarını yapmak üzere şu öncü kuruluşlarla imzalanmıştır: State Enterprise Yuzhmorgeologiya (Rusya Federasyonu), Okyanulararası Metal Organizasyonu (Bulgaristan, Küba, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Rusya Federasyonu ve Slovakya ortak konsorsiyumu ), Kore Cumhuriyeti ve Çin Okyanus Mineralleri Araştırma ve Geliştirme Derneği (COMRA); Fransa Okyanus Araştırmaları Derneği (IFREMER)/Fransa Modüllerin Etüdü ve Araştırılması Birliği (AFERNOD), Derin Okyanus Kaynakları Araştırma Şirketi (DORD-Japonya) ve Hindistan Okyanus Geliştirme Dairesi.
Ruhsat verilmesinde öncelik Sözleşme'nin kaleme alınmasından önce polimetalik modül araştırmaları yapana kuruluşlara verilmiştir. Bunlara Enterprise dahil değildir, Enterprise, Deniz Yatağı Uluslararası Otoritesinin bir koludur. Bu kurum, madencilik kurallarında belirtildiği şekliyle bölgede çıkarılan madenlerin taşınması, pazarlanması ve işlenmesi de dahil olan aktiviteler yürütebilir.
Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi 1996’da Anlaşma’nın yorumlanması ve uygulanmasıyla ilgili meydana gelebilecek anlaşmazlıkların çözümü için kurulmuştur. Taraf ülkelerce seçilen 21 hakimden oluşur; Almanya’nın liman şehri Hamburg’da kaindir. Mahkeme ilk başvurusunu Kasım 2001’de almıştır. O zamandan bu yana, Anlaşma’yı ihlal durumundan dolayı tutuklandığı iddia edilen gemiler ve mürettebatlarının derhal serbest bırakılma taleplerini içeren 11 davaya bakmıştır. Bazı davalar yaşayan canlı türlerinin muhafazası ile ilgilidir. Örneğin güneyde bulunan ton balığı stokları, Yeni Zelanda tarafından Japonya’ya ve Avustralya tarafından Japonya’ya açılan ve Şili ve Avrupa Birliği arasındaki güney doğu Pasifik Okyanusu'ndaki kılıç balığı stokları ile ilgili davalar bunlardan bazılarıdır. Başka bir dava da İrlanda tarafından İngiltere’ye karşı açılmıştır “kullanılmış nükleer yakıtı, karışık oksit yakıt” (MOX) olarak bilinen yeni bir yakıta dönüştürmek için kurulan bir fabrikadan çıkan tehlikeli atıkların engellenmesiyle ilgilidir.
Kıta Sahanlığı Sınırları Komisyonu’nun amacı Sözleşme'nin ülkelerin 200 millik kıta sahanlığının tam sınırlarının belirlenmesi ilkesinin hayata geçirilmesidir.
Komisyon ilk oturumunu 1997 yılında Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'nde yapmıştır. Anlaşmaya taraf ülkelerce seçilmiş 21 üyesi bağımsız olarak görev yapmaktadır. Bu kişiler jeoloji, jeofizik, hidrografi, arazi ölçüm (jeodezi) uzmanlarıdır. Komisyon ilk görevini bir üye ülke olan Rusya Federasyonu'ndan Aralık 2001’de almıştır.
Taraf Ülkelerin Toplantıları
Anlaşma, her ne kadar taraf ülkelerin dönemsel konferanslar için toplanmasını öngörmese de, Genel Sekreter tarafından toplantıya çağırılan üye ülkelerin yıllık buluşmaları çeşitli konuların tartışıldığı bir forum olarak hizmet vermektedir. Görevleri içinde bu toplantılara ilave olarak, Mahkeme ve Komisyon üyelerinin seçimi, bütçe ve idari çalışmaları da vardır.
Genel Kurul, okyanus işleri ve deniz hukukuyla ilgili görevlere de bakar. 2000 yılında, bu alandaki gelişmelerin yıllık çalışmalarını kolaylaştırmak için açık uçlu, formal olmayan değerlendirme süreci kurmuştur. Yıllık olarak değerlendirilen bu süreç belirli konularda Kurul'a önerilerde bulunur. Danışmanlık süreci, genellikle üç yıllık olarak verilir; pozitif sonuçların alınması durumunda üç yıl daha uzatılır.
Uluslararası İnsani Hukuk Kuralları
Uluslararası insani hukuk savaş kurullarını, sivillerin, hasta ve yaralı savaşçılar ve savaş esirlerinin korunmasını düzenleyen prensipleri ve kuralları ihtiva eder. İnsani hukukun temellerinden birini, 1949 tarihli silahlı çatışma kurbanlarının korumasına ilişkin Cenevre Sözleşmesi ve Uluslararası Kızıl Haç Komitesi'nin himayesinde 1977 yılında eklenen iki protokol oluşturur.
Geçtiğimiz yıllarda Birleşmiş Milletler, uluslararası insani hukuk konusunu geliştirmek üzere yapılan çalışmalarda lider bir rol üstlenmiştir. Güvenlik Konseyi silahlı çatışmalarda sivillerin korunması, insan haklarının geliştirilmesi ve savaşlarda çocukların korunmasıyla yakından ilgilenmektedir. Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Suç Mahkemeleri ile aynı zamanda Doğu Timor, Sierra Leone ve Kamboçya’daki mahkemelerin kurulması insani hukukun sadece sorumluluğunun anlaşılmasını sağlamakla kalmamış aynı zamanda güçlenmesini ve giderek kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili olarak Uluslararası Suç Mahkemesi'ne, hazırlık komisyonu tarafından sunulan detaylar, uluslararası insani hukukun anlaşılmasındaki çabalardan bir diğeridir.
Birleşmiş Milletler’in siyasi forumu olan Genel Kurul bir çok metnin hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Bunların arasında, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (1948), Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçların Sınırlandırılmasına Dair Sözleşme (1968), Konvansiyonel Silahların Kullanımını Kısıtlayan Sözleşme (1980) ve dört protokolü ve Genel Kurul tarafından 1973’te kabul edilmiş olan Savaş ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlardan Suçlu Bulunan Kişilerin Belirlenmesi, Tutuklanması, İadesi ve Yargılanmasında Uluslararası İşbirliği Prensipleri vardır. Kurul ayrıca 1998 yılında Roma Uluslararası Suç Mahkemeleri Yasasını kabul eden uluslararası konferansın toplanmasını da sağlamıştır.
Uluslararası Mahkemeler
Eski Yugoslavya ve Ruanda’da kitlesel olarak ihlal edilen insan hakları neticesinde Güvenlik Konseyi’ne bu vahşetten sorumlu insanların cezalandırılması için iki mahkeme kurdurmuştur. Bu iki mahkeme, BM Anlaşma’sının VII. Bölümüne istinaden kurulmuştur ve Konsey'in yardımcı kuruluşlarıdır.
* Eski Yugoslavya için Uluslararası Suç Mahkemesi 1993 yılında kurulmuştur; dört mahkemeden oluşmaktadır (üç yargılama mahkemesi ve bir temyiz mahkemesi); savcı ve kayıt dairesidir. Tüzüğüne istinaden, dört farklı suça dava açabilir: savaş kanunlarının ve kurallarının ihlali, soykırım, ve insanlığa karşı işlenen suçlar. Mahkeme, Hollanda’nın Lahey kentindedir.
* Ruanda Uluslararası Suç Mahkemesi 1994 yılında kurulmuştur; dört mahkemeden oluşmaktadır (üç yargılama mahkemesi ve bir temyiz mahkemesi); savcı ve kayıt dairesidir. 1998 yılında, uluslararası bir mahkeme tarafından ilk kez soykırım mahkumiyetini ele alan mahkeme olmuştur. Mahkeme Tanzanya’nın Arusha kentindedir; savcının ofisi de Ruanda’nın Kigali kentindedir.
Mahkemelerin ortak bir temyiz mahkemesi ve ortak bir savcısı vardı. Bir çok yargılama davalarına bakmışlar ve 150’den fazla kişiyi sorguya çekmişlerdir. Ağustos 2001’de Güvenlik Konseyi her Mahkeme'nin kendi savcısı olmasına karar vermiştir.
Sierra Leone Özel Mahkemesi bağımsız bir yasal kuruluştur ve Ocak 2002’de, Sierra Leone ve Birleşmiş Milletler arasındaki antlaşmaya uygun olarak kurulmuştur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve diğer uluslararası insan hukuku ihlalleri, aynı zamanda da 30 Kasım 1996’dan beri Sierra Leone bölgesinde geçerli olan Sierra Leone yasalarınca belirtilen suçları işleyenleri cezalandırmak için kurulmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri savcıyı ve kayıtçıyı atar. Genel Sekreter ve Sierra Leone hükümeti hem yargı hem de temyiz mahkemelerinin hakimlerini belirler.
Uluslararası Terorizm
Birleşmiş Milletler terörizm konusuna hem yasal hem de politik seviyede özellikle dikkat çekmektedir.
BM ve Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO), Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IEAE) gibi kurumları terörizme karşı temel yasal gereklilikleri içeren bir uluslararası sözleşmeler ağı oluşturmuştur. Bunlar:
* Uçaklarda İşlenen Suçlar ve Diğer Eylemlerle İlgili Sözleşme(Tokyo,1963).
* Uçakların Yasadışı Olarak Ele Geçirilmesinin Önlenmesi Sözleşmesi (Hague 1970)
* Sivil Havacılığın Güvenliğine Karşı Kanunsuz Hareketlerin Önlenmesi Sözleşmesi (Montreal, 1971).
* Diplomatlar ve Uluslararası Korunan Kişilere Karşı İşlenen Suçların Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (New York, 1973).
* Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Hakkındaki Sözleşme (Viyana 1988)
* Uluslararası Sivil Havacılığa Hizmet Veren Havaalanlarında Kanunsuz Şiddet Eylemlerinin Önlenmesi ile İlgili Protokol (Montreal, 1988).
* Denizcilik Seyrüsefer Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesi Sözleşmesi (Roma, 1988).
* Kıta Sahanlığı Üzerinde Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Kanunsuz Eylemlerin Önlenmesi Protokolü (Roma, 1988).
* Plastik Patlayıcıların Tesbit Edilmesi Amacıyla İşaretlenmesi Hakkında Sözleşme (Montreal, 1991).
Genel Kurul ayrıca aşağıdaki dört sözleşmeyi de hazırlamıştır:
* Rehin Alma Olaylarına Karşı Uluslararası Sözleşme'sine (1979) taraf ülkeler, rehin alma olaylarını cezaya tabi bir suç olarak kabul etmişlerdir . Taraf ülkeler kendi topraklarında belli eylemleri yasaklamak, bilgiyi paylaşmak ve herhangi bir ceza soruşturması ya da iade işlemlerinin yapılasına imkan tanımakla yükümlüdür. Şayet taraf ülke bir suçluyu iade etmiyorsa, cezalandırma için kendi yetkililerine davayı devretmelidir.
* Birleşmiş Milletler ve BM Personelinin Güvenliği Sözleşmesi (1994), BM personeline karşı düzenlenen ölümle ve yaralanmalarla sonuçlanan bir çok saldırıyı takiben Genel Kurul tarafından yürürlüğe konmuştur.
* Terörist Bombalamaların Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (1997). Taraf ülkelere, terörist bombalamalar yüzünden aranan kişilere güvenli sığınaklar verilmemesini, bu kişilerin iade edilmesi talebinde bulunan ülkeye iade edilmedikleri taktirde bulundukları taraf ülkede yargılanmaları yükümlülüğü gerekir.
* Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (1999), taraf ülkelere terörist eylemleri finanse etmekle suçlanan kişileri yargılamaları ya da iade etmelerini şart koşar ve bankaların şüpheli görünen işlemlerin açıklanması için kurallar koymasını taleb eder.
Kurul tarafından 1996 yılında kurulan bir komite, uluslararası nükleer terörizm eylemlerinin önlenmesini ve uluslararası terörizme kapsamlı mücadeleyi öngören bir sözleşmeyi yürürlüğe koymuştur.
Genel Kurul 1994 yılında Uluslararası Terörizmin Önlenmesi Tedbirleri Bildirgesi’ni kabul etmiştir. 1996 yılında ise, 1994 Bildirgesini Tamamlayıcı İhtiyari Bildirgesi’ni yürürlüğe koymuştur ki bu deklarasyon her nerede ve her kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin terörizmin her türlü davranış ve uygulamasını suç ve affedilemez kabul etmektedir. Genel Kurul, ülkeleri ulusal ve uluslararası seviyede terörizmi engellemek için önlemler almaya zorlamaktadır.
Diğer Yasal Sorular
Genel Kurul diğer başka sorular içinde yasal düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Bunların arasında; Paralı Askerlerin İşe Alınması, Kullanılması, Finansmanı ve Eğitilmesine Karşı Uluslararası Sözleşme (1989), Herhangi bir şekilde Tutukluluk ya da Hapsedilen Kişilerin Korunması için Prensipler Bütünü (1988) ve Uluslararası İlişkilerde Tehdit ya da Güç Kullanımından Kaçınma Prensiplerinin Etkinliğini Geliştirme Bildirisi (1987) vardır.
Genel Kurul tarafından 1974 yılında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve Organizasyonun Rolünün Güçlendirilmesi Özel Komitesi’nin önerileriyle Kurul, bir çok uluslararası düzenlemeyi yürürlüğe koymuştur. Bunların arasında; Ülkeler Arasındaki Anlaşmazlıkların Çözümünde Model Kurallar (1995), Birleşmiş Milletler ve Bölgesel Antlaşmalar ya da Kurumlar Arasında Uluslararası Barış ve Güvenliğin Korunmasına dair İşbirliğinin Geliştirilmesi Deklarasyonu (1994), Uluslararası Barış ve Güvenliğin Korunmasına Dair Yollar Bulunması Deklarasyonu (1991), Uluslararası Barış ve Güvenliği Tehdit Edebilecek Çatışmaların ve Durumların Engellenmesi ve Ortadan Kaldırılması ve Bu Alanda Birleşmiş Milletlerin Rolü Deklarasyonu (1988) ve Uluslararası Çatışmalara Barışçıl Çözümler Deklarasyonu (1982) vardır.
BM Anlaşması’nın 102. Maddesi gereğince üye ülkeler, Birleşmiş Milletlere üyelikleri ile birlikte uluslararası antlaşmalara da taraf olmalıdırlar. Birleşmiş Milletler Yasal İşler Ofisi anlaşmaların ve sözleşmelerin kaydedilmesi, saklanması ve yayımlanmasından sorumludur. Birleşmiş Milletler Sözleşme Dizilerini yayımlar ki bunlar 50.000den fazla antlaşmayı ve ilgili bilgileri içermektedir. Ayrıca, Genel Sekretere Emanet Edilmiş Çokuluslu Antlaşmalar’ı yayımlar ve burada üye ülkeler tarafından imzalanan 500 belli başlı antlaşma bulunmaktadır. (bkz. http:/untreaty.un.org )
ULUSLARARASI HUKUK
» SAYFA BAŞINA GİT
» ANA SAYFAYA GİT
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)